İnan Özbek
Bireyin kendisini ve aynı zamanda toplumun bireyi tanımlama ve ifade etme biçimi olan kimlik, geçmişten beri insanın büyük önem atfettiği bir olgudur.
Kişinin toplum içinde kendisini rahat ve güvende hissetmesini sağlayan aidiyet duygusundan beslenen kimlik edinme ve sahiplenme eğilimi, bireyin aidiyet ihtiyacını karşılaması bakımından temel bir öneme sahiptir.
Üzerinde ulusal kimlik, etnik kimlik, dinsel kimlik gibi bir çok kimliği taşıyan modern insanın her bir kimliği, onun bir özelliğini, tercihlerini ve yaşama biçimini ifade etmesi bakımından çok değerli ve dokunulmazdır kuşkusuz.
Toplumsal açıdansa çeşitliliğin ve çoğulluğun bir görünümü ve demokratik toplumun bir gereği olarak farklı kimlikler, aynı ölçüde önemli ve değerli olsalar da, bireyin kimliğine sıkı sıkı sarılmasının ve hayatın her alanında çok ön planda tutmasının, bireyde yaratması muhtemel bilinç kaybı ve ön yargılar, meselenin olumsuzluklar içeren öteki yüzünü meydana getirir.
Cemil Meriç’in; “Kimlik kişiliğin zindanıdır” sözü, kimliğini fetişleştirmenin, yaşamın merkezine koymanın ve bütün sosyal ilişkilerde başlıca referans kaynağı olarak görmenin, bireye vereceği zararları olağanüstü bir netlikte ifade etmiştir.
Yaşama kimlik eksenli bir şekilde bakan bireyin görüş açısı daralacak, insanlarla yeterince sağlıklı ilişkiler kuramama sorunu yaşayacak, kendi kişisel gelişimine ket vurmuş olacak, kimlikçiliğin yaratacağı ön yargılar bireyin zihinsel sınırlarını daraltıp onu küçük bir alana hapsedecektir.
Kimlik kutsaması ile ufku daralan birey, çevresini ve toplumu yeterince tanıma ve empati geliştirme olanağını yitirecek, insanları kolay ötekileştirecek ve ayna etkisi yaratarak başkaları tarafından anlaşılamama durumunda kalacak ve ötekileştirilmeye maruz bırakılacaktır.
Söz konusu bu sorunlu tavrın yol açtığı eksik bilgilenme ve yanılsamalarla zihni sakatlanan birey, sonuçta bütün bir toplumu ve ülkesini yeterince anlayamayacak, kavrayamayacak adeta yabancılaşacaktır.
Temel olarak taşıdığı kimlikler üzerinden kendisini ifade eden modern birey, açık bir çelişki içerisine de düşmüş durumdadır aslında. Şöyle ki; 1990’lı yıllardan itibaren hız kazanan küreselleşme olgusu, tüm dünyada, özellikle etnik ve dinsel kimliklerin ön plana çıktığı mikro milliyetçilik akımlarını güçlendirmiş, kimliklerin kamusal alanda görünürlüğü artmış, kimlikleri simgeleyen her türlü unsur yerel ve kültürel zenginlikler olarak onaylanmış ve kabul görmüşlerdir.
Öte yandan, bu gelişmelerle at başı giden bir süreç olarak, küreselleşmenin kültürel boyutu, Batılı ve özellikle Amerikan tarzı yaşam biçimini ve kültür unsurlarını tüm dünyaya yaymış, söz konusu bu kültür müziğiyle, sinemasıyla, kıyafetiyle ve yeme içme biçimiyle, her tarafta görünür ve yaşanır olmuştur. Bu süreç giderek toplumları ve insanları birbirine benzetmeye aynı zamanda yerel kimlikleri ve kültürleri zayıflatmaya ve etkisiz kılmaya başlamıştır. Gelinen işte bu noktada modern birey; Amerikan filmi seyrederek, Amerikan usulü beslenerek, Alman yapımı arabaya binerek ve Uzak Doğu yapımı olan elektronik cihazlar kullanarak öte yandan da kimlikçilik yapmak gibi çelişkili ve oldukça ironik bir durumda kalmıştır.
O vakit bu şartlar altında, modern insanın kimlikler meselesine yaklaşımı nasıl olmalıdır?
Bana göre bu konuda en doğru tavır; “Küresel düşün yerel hareket et” mantığına uygun biçimde kişinin, çok önemli varlıkları olarak kişiliğinin birer parçasını oluşturan kimliklerini sahiplenici bir tavırla ve titizlikle korurken öte yandan, bu sahiplenici tavrın ufkunu daraltarak kendisini vizyonsuzlaştırmasına izin vermeyerek, küresel çapta düşünebilen dünyalı bir birey olmaya çalışmaktır kanımca.
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.