Popülizm, yeni bir siyasi eğilim değil. Tarihte Mussolini’den Chavez’e, Trump’tan Orban’a kadar pek çok lider halkın öfkesini ve hayal kırıklığını bir politik enerjiye dönüştürmeyi başardı.
Bu liderlerin ortak noktası, toplumu “masum halk” ve “yozlaşmış elitler” diye ikiye ayırmaları ve halkın tüm başarısızlıklarını eski düzenin geçmişteki yapısına yüklemeleri.
Popülizm genellikle ekonomik krizlerin ardından yükselir. Çünkü krizler sadece yoksulluk ya da işsizlik yaratmaz; demokrasiye olan güveni de zedeler. Hayal kırıklığına uğramış halk, “kendi gibi” konuşan, öfkelenen, sistemin karşısında duran liderlere yönelir. Bu lideri dürüst olduğu için ya da sorunları çözdüğü için değil, kendi öfkesini dile getirdiği için destekler.
Psikolojide “kimlik kaynaşması” diye bir kavram var. Kişi, bireysel kimliğini liderin temsil ettiği grupla bütünleştirir. Bu nedenle liderin yaşamını kendi yaşamı gibi içselleştirir; sanki saraylarda yaşayan sadece lideri değilmiş, kendisiymiş gibi hisseder.
Çoğu zaman bu nedenle popülist liderlere yöneltilen her eleştiri, destekçileri tarafından kişisel bir saldırı gibi algılanır. Lider eleştirildiğinde, “beni de eleştiriyorlar” düşüncesi doğar.
Popülist iktidarlar, kısa vadeli memnuniyet yaratmak uğruna uzun vadeli kalkınma programlarını rafa kaldırır. Kurumlar zayıflar, yolsuzluk algısı artar, ekonomi belirli çıkar gruplarının eline geçer. Stratejik sektörlerde devletin kontrolü artarken, yandaş iş insanlarına özel ayrıcalıklar tanınır.
Türkiye son 23 yılda bu sürecin neredeyse tüm aşamalarını deneyimledi. Ulusal kalkınma ve halkın gelir seviyesini artırma vaadiyle yola çıkan iktidar, üretimden vazgeçerek büyümeyi sadece kamu harcamalarıyla sağlamaya çalıştı.
Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ortadan kalktı, faizler kontrolsüz biçimde düşürüldü, piyasaya bol para sürüldü. Sonuçta yüksek enflasyon, değersizleşen TL, yatırımcı kaçışı ve ekonomik istikrarsızlık kaçınılmaz oldu.
Ekonomi bozuldukça lider de otoriterleşti, TÜİK ve medya gibi bazı kurumlar üzerindeki kontrol artırıldı, Muhalefete baskılar başladı, küçük bir eleştiride bulunanlar bile hedef alındı. Şafak vakti operasyonları ile evlerinden apar topar alınıp tutuklandılar. “Olağanüstü dönemlerden geçiyoruz” söylemiyle yeni düşmanlar yaratıldı, kimlik siyasetiyle başarısızlıkların üzeri örtülmeye çalışıldı.
Peki, bunca krize rağmen iktidarın desteği neden hâlâ yüzde 30 bandında? Çünkü bu artık bir politik tercih değil, bir kimlik meselesi. Erdoğan’ı destekleyenler, onun ne yaptığına değil, neyi temsil ettiğine bakıyorlar. Bu bir inanç ilişkisi.
Kurumların güven vermediği bir ülkede insanlar, düzeni sağlayacak güçlü bir lider arar. Erdoğan tam da bu boşlukta “Bu işi ancak ben çözerim” diyerek önce krizi yaratır, sonra da kendisini çözüm olarak sunar. O artık bir ideolojinin değil, bir bağımlılığın lideridir.
Güç toplumsal yapıyı ve kurumları etkileyebilir ama ekonomiye söz geçiremez. Ekonomi bozulduğunda halk şikâyet etmeye başlar. Bu şikâyetler içinde İmamoğlu, Yavaş, Özel gibi yeni aktörler öne çıkar. Popülist liderler bu noktada seçime zorlanır ama rakibini ve oyunun kurallarını kendisi belirlemek ister.
Türkiye’de 19 Mart sabahından itibaren yaşanılanlar da tam anlamıyla budur. Erdoğan seçim için düğmeğe basmadan önce mıntıka temizliğine girişmiş ve muhtemel en güçlü adayları sahadan çekmek istemektedir, bu temizlik olmadan seçime gitmek fikri kafasında yer almıyor sanırım.
Seçimler ile ilgili olarak SSCB lideri Josef Stalin’e atfedilen bir sözle bitirelim: “Kimin oy kullandığı değil, oyları kimin saydığı önemlidir.”
Bakalım Türkiye, önümüzdeki seçimde bu cendereden bir çıkış yolu bulabilecek mi?..
Fotoğraf: channel4.com
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: