İnsan, yeryüzüne ayak bastığı günden beri kendini Tanrı’nın ya da herhangi bir yüce varlığın yeryüzündeki gölgesi sandı.
Bu düşünce, ilk bakışta ilahi bir sorumluluğun, kutsal bir misyonun ifadesi gibi görünse de aslında derinlerde işleyen bir kibrin, benliğe bulaşmış bir zehrin habercisiydi. İnsan, tanrısallığın bilgeliğini değil; kudretini arzuladı. Yarattığını değil, hükmettiğini sevdi.
İnsan, yeryüzündeki varoluşunun çelişkilerini içinden atmak ister. İçindeki boşluk her geçen gün büyür. Dünya ona, bazen taşların, bazen rüzgarın, bazen de seslerin anlamını kaybettiği bir yer gibi gelir. Bütün bir ömrü bir anlam arayışıyla geçmişken, nihayetinde öylesine bir arayışa düşer ki: “Cennete gitmek istiyorum.” Bu bir umut mudur? Yoksa son bir çırpınış, son bir kurtuluş arayışı mıdır?
Toprağa bastığı her yerde önce orayı işgal etti. Sessiz sedasız yaşayan varlıkları görmezden geldi. Ormanları “kaynak”, nehirleri “enerji”, hayvanları “mal” olarak gördü. Oysa toprak, kendi dilinde konuşan; sabırlı, döngüsel ve onarıcıydı. Ama insan bu dili anlamadı ya da anlamazdan geldi. Çünkü işitmek için önce susmak gerekirdi.
Sonra o toprağı kirletti. Ruhunu kirlettiği gibi, nehirleri asitle, gökyüzünü gazla, kalbini hırsla doldurdu. “Gelişmek” dedi buna. Oysa gelişme sandığı şey sadece kendi gölgesinin büyümesiydi; ışığın değil, karanlığın yayılmasıydı. İçindeki boşluk büyüdükçe, dış dünyayı tüketti. Biriktirdikçe fakirleşti.
Kirlettikten sonra ise toprağı kana buladı. Çünkü sahip olmak isteyen, koruyamaz. Hükmetmek isteyen, sevemez. İnsan önce kardeşini öldürdü, sonra komşusunu, sonra tanımadığı halkları, sonra doğayı. Her defasında bir gerekçesi vardı: “Uğruna”, “adına”, “hakkıyla”, “Tanrı’nın izniyle”, “Allahu ekber” diyerek. Oysa cennet, kanla sulanmaz.
İnsanlık, cennet gibi bir hayalin peşinde koşarak ardında cehennemi bırakıyor. Her sokak köşesinde, her coğrafyada, her ekranda bir suç, bir zulüm, bir vicdansızlık çırılçıplak karşımızda duruyor. Oysa sormamız gereken tek bir soru var: Eğer bir cennet varsa, bu kadar kötülüğü yapan insan onu hak ediyor mu?
İnsan “namus” adı altında kadını öldürüyor, sonra bunu onurla açıklıyor. Bir kadının kıyafeti, bir sevgilisi olması ya da sadece özgürce yaşamak istemesi ölüm sebebi sayılıyor. Namus mantığıyla çocuklarının gözleri önünde öldürülen kadınlar… Namus, kadının bedeniyle tanımlandıkça; gerçek suçlular ellerini yıkayıp hayatlarına devam ediyor. Cennetin kapısına böyle mi dayanacağız?
Bir mahkemede güçlü olan kayırılıyor, parası olan suçtan sıyrılıyor. Dünyada birçok ülkede büyük firmalarda bir işçi hakkını arıyor, ama patron bağlantılı adalet terazisi kırık. Hak yerini bulmuyor. ABD’de rüşvetle çocuklarını üniversiteye sokan zenginlerin skandalı sadece bir ülkenin değil; küresel adaletsizliğin aynasıydı. Bu mu cennete giden yol?
Dünyada ahlakın çöküşü, yolsuzluk ve adam kayırma sıradanlaştı. Bir işe liyakatle değil, tanıdıkla giriliyor. Birçok dosya rüşvetle kapanıyor. Bir belediye başkanı ihaleyi tanıdıklarına, arkadaşlarına, akrabalarına veriyor. Brezilya’da Petrobras yolsuzluk skandalı milyarlarca doları halkın elinden aldı. Dünyanın her tarafında yolsuzluk var. Fakirler işsiz kaldı, zenginler hesap bile vermiyor. Dünyada sistem çürümüş; ahlaki değerler koltuk ve para karşısında diz çökmüş.
Cennet mi? Bu çürümüşlüğün, bu çamurun içinden mi? Bir baba çocuğunu, bir adam sevgilisini, bir mafya lideri onlarca insanı öldürüyor. El Salvador’da çete savaşlarında yüz binler öldü. Gazeteler kanla başlıyor, haber bültenleri gözyaşıyla bitiyor. Cennet, hayatın kutsal olduğu bir yerse… biz oraya çok uzak bir yerdeyiz.
Devletlerin onayladığı cinayetler: Hiroşima, Halepçe, Gazze, Ukrayna, Yemen… Hâlen Suriye’de öldürülen Aleviler, Yezidiler… Bombaların altında çocuklar, anneler, yaşlılar yok oldu. Dünya genelinde dört yüz milyonu aşkın çocuk ağır yoksulluk şartları altında yaşıyor. Ve sonra biz, televizyonun sesini kısıp yemeğimize devam ediyoruz. “Kurtuluş”, “hayat devam ediyor” kelimeleriyle kendimizi avutuyoruz. Savaş, insanlığın imtihanıydı. Barış olmalıydı. Ve biz o sınavdan kaldık.
Hayvanlar, eğlence uğruna yakılıyor, işkenceyle öldürülüyor. Sirkler, aqua parklar, pet shoplar, hatta evler; hayvanların tutsak olduğu ve genelde de kötü muamele gördüğü yerler… Kürk için derileri yüzülüyor, deney için parçalanıyor. Hayatları, insanın zevkine göre şekillendiriliyor. Cennet; merhametin, şefkatin, yaşam hakkının kutsal olduğu bir yer değil mi? Bence varsa o cennet, biz hâlâ kapısının önüne bile yaklaşamadık.
İnsan bu dünyayı cehenneme çevirmişken, cenneti umut etmek ne kadar sahici olabilir? Çocuklar ağlarken, hayvanlar acı çekerken, doğa katledilirken hâlâ bir ödül mü bekliyoruz? Belki de bu dünya, insanın ne kadar aşağılık olabileceğini göstermek için yaratılmıştır. İnsanlık, varoluşunun ilk sancılarından beri bir “cennet” düşü kurdu. Topraktan sürüldü, göğe göz dikti. Her acının ardından bir ödül, her yıkımın arkasında bir anlam aradı. Ve böylece, cennet dediğimiz şey belki de bir yarayı sarmak için icat edildi. Ama gerçekten var mı? Yoksa sadece bir özlemin ismi mi?
Friedrich Nietzsche’nin dediği gibi: “Cenneti arayan çok fazla insan, dünyayı cehenneme çevirdi.”
Bazıları için cennet, ne huriyle ne de şarap ırmaklarıyla süslüydü. Kimi için Tanrı’ya varıştı, bir başkası için aşk; kimine göre özgürlük, kimine göre gökte değil, yerde kurulacak bir düzendi. Adaletle, eşitlikle, insan onuruyla şekillenmiş bir dünya…
Cennet bazen nefsin değil, vicdanın bir arayışıdır. Kimi zaman bir ütopya, kimi zamansa büyük bir aldatmaca. Ama bütün bu anlatıların ortak bir yanı var: İnsan eksik. Ve cennet dediği şey de o eksikliğin yankısı. İnsan, cenneti arar; ama o cenneti hak eden, her gün susturduğu hayvanlar, bitkiler ve doğadır. Oysa cenneti dillerine pelesenk edenler, dünyayı kirletenlerdir.
Belki de Tanrı, bu kadar kötülüğe rağmen hâlâ bekliyorsa, o cennet sadece pişmanlıkla yanan birkaç kalbin hakkıdır. Geri kalanı içinse, bu cehennem tam yeridir. Çünkü cennet, kusursuzluğun değil; yüzleştiğimiz pişmanlıkların, içtenliğin ve gerçek değişimin ödülüdür. Ve belki de bu yüzden, çoğumuzun cennet bileti çoktan yanmıştır.
Görsel: Alex Andreyev’in “İnsanların gözlerini açması bazen çok acı verici olabilir” çalışması.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: