Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafya zor bir coğrafya: Balkanlar olsun, Kafkaslar olsun, Orta Doğu olsun bölgenin tarihi de acılarla, trajedilerle dolu bir tarih.
Çıkar hesaplarının altında ezilen insanların gözyaşlarıyla dolu bir tarih. Masum insanların çıkar hesapları sonucu oradan oraya sürüldükleri, evlerinden, yurtlarından edindikleri bir tarih. İçinde bulunduğumuz bölge, topraklarından sürülenler masum insanların Türklere güvenip Türk topraklarına sığındıkları bir bölge.
Bu halklardan biri de Kafkasya halkları. Çerkes olsun, Abhaz olsun adlarına ne derseniz deyin Kafkasya halklarının tarihi de acılarla, trajedilerle dolu bir tarih. Ana yurtlarında savaşlarla sürülen Kafkas halklarının, Çerkeslerin kardeşleri Abhazların tarih boyu güvenerek sığındıkları topraklar ise Türk toprakları.
21 Mayıs böyle anlamlı bir tarihin yıl dönümü idi. Kafkas halklarının Çarlık Rusya’sına karşı sürdürdükleri direnişi kaybetmeleri sonucu 21 Mayıs 1864’te topraklarından sürülmeleri de bu acı dolu, gözyaşı dolu tarihin bir parçası. On binlerce Kafkas, Çerkes (*) ve Abhaz 1864 ve izleyen yıllarda Osmanlı topraklarına sığındılar. Kimileri 21 Mayıs’ı Kafkas halklarının, Çerkeslerin, Abhazların soykırımı tarihi, büyük felaketi olarak nitelendiriyor. Adına ne denirse densin sürgünlerin, trajedilerin, acıların yaşandığı 21 Mayıs tarihi topraklarından sürülen Kafkas halklarının torunları tarafından unutulmuyor. Her yıl bu tarih sürgün yıl dönümü olarak anılıyor.
Ender Arat’ın “Türklere Güvendiler -Tarih Boyunca Türk Topraklarına Sığındılar” başlıklı kitabında, Rusya ile Kafkas halkları arasındaki savaşın 1760’da başladığı ve yüzyıldan fazla sürdüğü hatırlatılarak, Rusya’dan Çerkeslerin Osmanlı topraklarına ilk toplu göçün ve sürgünün 1774’te başladığı belirtilir. Osmanlı topraklarına sığınan bu insanlara sadece devlet değil, o günkü Türk toplumu da kucak açmış, bağrına basmış.
Arat’a göre, bugün Türkiye’de yaşayan Çerkeslerin nüfusu hakkında bir milyondan başlayarak beş milyonu aşan çeşitli rakamlar söylenmekte. Türkiye’deki çeşitli yörelerde yaşayan Çerkesler de, ana vatanları Kafkasya’da yaşayan soydaşlarından çok daha fazla bir nüfusa sahip.
Öte yandan, sürgün yıllarında Abhazların nüfusunun Çerkesler ile beraber 100.000 hane olduğu belirtiliyor. Bunlardan ancak 80.000 kişinin Osmanlı topraklarına göç edebildiği anlaşılıyor. Kalanlardan bir kısmının savaşlarda öldüğü veya etrafa dağıldığı, çok azının vatanlarında kaldığı görülüyor.
Osmanlı döneminde Çerkesler gibi birçok Abhaz devlet hizmetinde görev almış. Bunlardan sadece ikisi Abaza lakabıyla anılıyor: Abaza Mehmed Paşa ve Abaza Hasan Paşa.
Günümüzde Anadolu’daki Abhazlar da Abhazya’dakilerden fazla. Çerkesler gibi Türk toplumunun eşit ferdi halindeler. Sayılarının 400-500 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Yoğun olarak Adapazarı, Düzce, Bursa, Bilecik, Eskişehir, Kayseri ve Sivas’ta, kısmen de İstanbul, İzmit, Kütahya, Çorum, Sinop, Samsun ve Adana’da yaşadıkları görülüyor.
Sürgün yıl dönümü 21 Mayıs’ta Türkiye’deki Çerkesler, Abhazlar tarafından anıldı. Abhaz bir dostuma anma gününde neler yapıldığını sorunca şunları söyledi:
“Dernek olarak belli zaman arayla kendi kültürümüze ait yemeklerden ve oyunlardan oluşan yemekli geceler düzenlenir. Anma da ise tüm Çerkesler belli bir noktada toplanır. Bu şehir Kocaeli, Kefken (Kandıra) ya da Düzce olur genelde. Günün anlam ve önemine ait konuşmalar yapılır. Sonra da Karadeniz’e çelenkler, karanfiller bırakılır. Gece de dev bir NART Ateşi yakılır (Nart Kafkas halklarına verilen ad). Kendi dillerimizde ağıtlar söylenir. Büyük anmaya katılamayan dernekler de kendi bünyelerinde anma yaparlar.”
Sürgün yıllarında yaşanılan acılara ilişkin bir öykü, anı bilip bilmediğini sordum. “En trajedisi gemilere doldurulup sürgüne gönderilen ve o esnada sıtma vs. hastalanıp ölenlerin denize atılması sebebiyle atalarımız uzun yıllar balık tüketmemiş” diye yanıt verdi. Sonra ekledi: “Yine genç bir annenin gemide bebeği hastalanıyor ve ölüyor. Anne, bebeğini denize atmasınlar diye 4 gün gizliyor öldüğünü. Sürekli emziriyor gibi yapıyor. Sonra bebeğin öldüğü fark ediliyor. Salgın hastalık korkusuyla bebek annenin kollarından zorla alınıp denize atılıyor. Acısına dayanamayan anne de kendini Karadeniz’in azgın sularına atıyor kayboluyor. Bildiğim bu ikisi anlatılan.”
Dostumun anlattıkları bana başka bir anıyı anımsattı. Boşnak kökenli bir dostum, dedesine ait bir anıyı anlatmıştı yıllar önce. Dedesi öğretmenmiş, zengin bir aileye mensup. Karadağ isyanı sırasında 1913’te göç etmişler. Zenginliklerini gizlemek için eski bir at arabası, sıska bir at, eski bir kilim ve ağzı kırık bir su testisiyle yola çıkmışlar. Aylarca yol gitmişler. Drina Nehri kenarında bir kalabalık görmüşler. Bir bakmışlar aileler at arabalarıyla akın akın köprüye gidiyorlar. Yanlarında yeni yetme kızları. Kızlar köprüye çıkıyor ve el ele buluşup, gözlerini yumup toplu halde köprüden atlıyorlarmış. Aileler intihar için elleriyle kızlarını getiriyorlarmış. Sırf Sırpların eline geçmesinler diye. Öğretmen dede ölüm döşeğinde bile bu acı anısını anlatmış.
Çerkes kökenli akademisyen bir dostuma da sordum geçmişe dair bir anısı olup olmadığını.
“Bizim aile Osmanlı-Rus savaşı öncesi Türkiye’ye gelip Yozgat’a yerleşmiş. Kentin merkezinde konakları vardı. Manifaturacılıkla, hayvancılıkla uğraşmışlar. Kente yakın çiftliğimiz varmış. Orada çalışanlarımız varmış. Bizim konakta sürekli sofralar kurulurmuş. Her gelen çok iyi ağırlanırmış. Akraba evliliği yoktur. Aile yapısı birbirini korur. Karşılıklı saygıya, sevgiye, hoşgörüye önem verilir. Çerkes’iz diye bir bağ yerine vatanseverlik ön plandadır. Türk olarak kendimizi kabul ederiz. Dinsel bağ da daha çok ahlak temellidir” dedi.
Dostumun söyledikleri çok dikkat çekici ve önemli. Kafkas göçmenlerinin, Balkan göçmenleri gibi ülkemizle nasıl bütünleştiklerinin, kaynaştıklarının göstergesi. Türkiye’nin gücüne her açıdan güç kattıklarının, zenginliğine her bakımdan zenginlik kattıklarının göstergesi.
Çevremizde ataları, dedeleri Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan göç etmiş o kadar çok insanımız var ki. Tümü Anadolu insanı ile bütünleşmiş, birleşmiş, kaynaşmış. Düne ait pek bir şey anımsamıyorlar. Bilmiyorlar. Geleceğe bakıyorlar. Oysa bu coğrafyada yaşayan insanların dedelerinin, ninelerinin nice acı anıları vardır geçmişe dair. Bu acılar, çoğu kez aileler içinde anlatılan bölük pörçük anılar olarak kalıyor. Yeni kuşaklar pek bilmiyorlar, geçmişte yaşanılan acıları, trajedileri, zorlukları. Bu yaşananları kimileri gibi propaganda malzemesi de yapmıyoruz.
Ancak, dünü bilmeden, tarihi bilmeden, bugünü tam anlayamayız. Dost olmanın kıymetini de yeterince değerlendiremeyiz. Bu itibarla, ucuz propagandaya kaçmaksızın tarihte yaşananlara dair çalışmalar, objektif araştırmalar yapılması önemli. Bu çerçevede, son yıllarda televizyonlarda yayınlanan belgeselleri, kimi dizileri, filmleri, yayınlanan araştırmaları, kaleme alınan romanları, öyküleri, medyada çıkan yazıları vs. takdirle karşılamak gerekir.
(*) Kuzey Kafkasya’dan göç eden halklara Türkiye’de topluca Çerkes deniliyor.