Aşağıdaki yazım Medya Günlüğü’nde ilk olarak 17 Ağustos 2015 tarihinde yayınlanmıştır.
***
7 Haziran seçimlerinden önce yaptığım analizlerde, bu seçimin bir sonuç üretemeyeceğine, AKP’nin seçimle gitmeyeceğine inandığımı, hatta AKP’nin 7 Haziran seçimlerini ertelemek için her yolu deneyeceğini düşündüğümü belirtmiştim.
5 Haziran’da Diyarbakır’da patlayan bombalar seçimlerin ertelenmesi için önemli bir denemeydi. Ancak, beklenildiği kadar insanın ölmemiş olması ve sağduyu, amaçlanan hedefe ulaşılmasını engelledi.
7 Haziran seçimleri öncesinde çok sayıda seçmenin ortak temennisi; 13 yıldır süren AKP iktidarının yol açtığı sorunların, özellikle de hukuk sisteminin çökmesine neden olan gelişmelerin ve toplumun kamplara bölünmesine yönelik tasarrufların sona erdirilmesiydi. Buna karşın, AKP sözcüleri ise CHP, HDP, PKK, MHP, Paralel ve DHKP-C’yi aynı safta yer almakla suçluyorlardı. Bu süreçte toplumsal bölünme; Alevi-Sünni, Türk-Kürt, İslamcı-laikçi ekseninde değil de, AKP taraftarları ve karşıtları temelinde gerçekleşti. “HDP’nin Kabesi Taksim’dir” yaklaşımı bile istenilen sonucu sağlamadı. Cumhurbaşkanı’nın “Bu memlekette her seçim bir bakıma kurtuluş savaşıdır” sloganı temelindeki demokrasi (!) anlayışına rağmen seçim AKP karşıtı bloğun yüzde 60’lık zaferiyle sonuçlandı. Hiç olmazsa ilk gece AKP’ye “dur” denildiğini düşünen kesimler derin bir nefes alarak, kutlamalar dahi yaptılar.
Seçimlerinden hemen önce, MHP’nin seçim sonrası takındığı tavrı hiç kimsenin öngörmediğini söyleyebiliriz. Şahsen bu yönde fikir beyan eden hiç kimseye, hiçbir medya organına ya da sohbet ortamlarında da rastlamadım. Bahçeli’nin sürpriz çıkışlarından hemen önce Deniz Baykal’ın sahne alması, en azından benim açımdan büyük sürpriz oldu. Yaşlı üye sıfatına sahip olan Deniz Baykal, bu sıfatıyla ülke siyasetine yön verme gayretkeşliğine soyundu. Eski şahsi kişisel hesaplarını da gündeme taşımakta sakınca görmeyen Baykal, zaten kendiliğinden oluşan AKP karşıtı bloğu dağıtma girişiminde öncü rol oynadı.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde RTE’ye karşı ortak bir aday etrafında kenetlenilmişti. Sonrasında MHP, hiç de şık olmayan bir şekilde Ekmel Bey’i Meclis’e taşıdı. Benim gibi birçok seçmen de kandırıldığını düşündü. MHP’nin Ekmel Bey’i Meclis başkan adayı olarak göstermesi ve bu konuda CHP ile bir uzlaşma arayışına girmemiş olması, AKP karşıtı bloğun AKP’nin sandığı gibi bilinçli oluşturulmuş bir blok olmadığını gösterdi.
Bahçeli’nin TBMM başkanlığı sürecindeki tavrı, Türkiye’nin tek veya en önemli sorununun AKP olmadığının ilk işareti oldu. Bahçeli’nin, yüzde 13 oy alan bir siyasi parti ile bir arada olamayacağını açıklaması, Türkiye’nin yeni bir sürece doğru evrildiğini gösteriyordu. Türkiye, ekonomik sorunlar ya da AKP’nin hukuk dışı uygulamalarını gölgede bırakacak yeni, aslında klasik, “soruna” dönerek, yine toplumsal enerjisini başka alanlara çekmeyi başardı.
Akla gelen ilk klasik senaryo, Türkiye’yi yeniden Türk-Kürt çatışması temeline oturtmak oldu. Ben bu noktada, “Kürt” kelimesi yerine “terör” kelimesinin kullanılmasını daha doğru buluyorum. Ancak, yeni jenerasyonun konuyu PKK ekseninde değil de Kürt-Türk sorunu! ekseninde değerlendirdiğini görüyoruz. Zira, yıllardır terör örgütüyle “barış müzakeresi” sürdüren bir hükümetin mevcudiyeti, onları “terör” kelimesini kullanmaları konusunda ihtiyatlı bir yaklaşıma sevk ediyor. Üstelik onlar, terör örgütüyle barış müzakeresi yürütülmesini, hayat kadınlarıyla iffet müzakeresi yürütmekle eşdeğer gören ebeveynlerini anlamakta da güçlük çekiyorlardı.
MHP’nin şartı
MHP’nin “barış sürecinin sona erdirilmesi şartı”, Cumhurbaşkanı için tahmin edilemeyecek fırsatları beraberinde getirdi. Milliyetçi kesime hoş görünmekten tutun da, HDP’yi aldığı oy oranı nedeniyle cezalandırmaya kadar, ortamı terörize ederek, koalisyonların ne denli kaşıntı verici bir olgu olduğunu göstermeye olanak sağladı. Fehmi Koru ile görüşlerimiz ve yaklaşımlarımız taban tabana zıt olmasına rağmen Koru; “Cumhurbaşkanı, Bahçeli ve PKK aynı tarafta” dediğinde, “Ben daha önce bu cümleyi nasıl akıl edemedim” diye hayıflandığımı söyleyebilirim.
13 Ağustos günü yapılan Kılıçdaroğlu–Davutoğlu görüşmesiyle çeşitli çevrelerce arzu edilen CHP–AKP koalisyonunun gerçekleşmeyeceği de anlaşılınca, Cumhurbaşkanı ve AKP kurmayları, TBMM’deki AKP karşıtı bloğun sadece CHP ve HDP’den oluştuğunun farkında olarak, süreci istedikleri gibi rahat bir şekilde yürütme gayretine girdiler.
Terör, IŞİD’le mücadele, dış politika sorunları, ekonomik sorunlar, Suriye’den gelen mülteciler ve hukuka tecavüz gibi hayati önem taşıyan sorunlar apaçık bir şekilde önümüzde dururken, bunların arasından sadece birini ön plana çıkartarak, milliyetçilik oyunu oynamak çok kolay ve fırsatçı bir yaklaşım olmuyor mu? Yıllarca siyaset sahnesinde bulunanların, Türkiye’nin gerçek sorununun ne olduğunu saptayamaması işletme körlüğünden mi kaynaklanıyor?
Velev ki, teröre öncelik verdik; PKK’nın, yani terörün başı ezdik diyelim. Bu süreçte önceliğin terör olmadığının farkına varırsak, belki de geç kalmış olmayacak mıyız? Ben, PKK’yı küçümsemiyorum. Her şehidin ardından kahroluyorum. Ama şunu biliyorum ki; amacı net bir şekilde belli olan PKK’nın karşısında “Türk–Kürt kardeşliği” ve “sağduyu” denilen en güçlü silahlar zaten bizim elimizde. Peki, amacı sadece şahsi geleceğini güvence altına almak olanların ülkeyi nasıl bir ateşe attıklarını göremiyor muyuz? Sanırım birkaç saniyeliğine “milliyetçilik” gözlüğünü çıkartıp bakarsak gerçekleri çok net olarak göreceğiz.
Bu satırları yazdığım esnada birisi televizyonda yönetim sisteminin değiştiğinden bahsediyordu.
Evet, kaderimiz Bahçeli’nin iki dudağının arasında belki ama o bunun farkında bile değil.
Fotoğraf: MHP X hesabı