Ceylana sormuşlar:
-Niye kaçıyorsun?
-Aslan kovalıyor.
-Suçlu olmasan kovalamazdı.
-Ben suçsuzum ama aslan aç!
Her kaçanı suçlu, her kovalayanı haklı sanan çok insan var maalesef.
Bu kısa diyalog, doğanın yalın gerçekliğinden doğup insanlık tarihine uzanan derin bir adalet yanılgısını gözler önüne seriyor. Ceylanın kaçışı, suçluluğun değil, hayatta kalma içgüdüsünün bir yansımasıdır. Ne var ki dışarıdan bakan göz, çoğu zaman kaçanı suçlu, kovalayanı haklı görmeye eğilimlidir. İşte tam da bu noktada insan zihninin adaleti algılayış biçimi sorgulanmaya muhtaçtır.
Doğada bu ilişki bir denge meselesidir. Aslan açtır, ceylan ise yaşamaktadır. Aslanın kovalaması kötülük değildir; ceylanın kaçması da suç değildir. Ne biri şeytandır ne diğeri aziz. Bu, doğanın dilsiz ve tarafsız dengesi içinde olağan bir döngüdür. Ancak insanoğlu bu dengeyi kendi toplumsal dünyasına aktardığında, mesele çarpıtılır. Gücün dili hâkim olur, koşanın değil.
Toplumda da durum çoğu zaman farklı değildir. Okulda ağlayan bir çocuk, öğretmenin sert sesiyle susturulur. Kimse o çocuğun neden ağladığını sormaz. Çünkü sınıfın düzeni kutsaldır, düzeni bozan suçludur. Ağlayan, direnendir, dikkat çekendir ve bu yüzden ‘sorunlu’ ilan edilir. Oysa belki de o çocuk sadece anlaşılmak, duyulmak istiyordur.
Sokakta pankart taşıyan genç, “kamu düzenini bozan” biri sayılır; polisi haklı gösterir. Oysa genç özgürlük, eşitlik ya da adalet talep ediyor olabilir. Dışarıdan bakan sadece bağıranı duyar, sessizi duymaz. Bu yanılgı bireysel değil, sistemlerin temelidir. Demokratik rejimler bile bu adaletsizliği sürdürür. Gazeteci soru sormaması gerektiğinde suçlanır, akademisyen rahatsız eden düşünceleri bastırılır. Sistem, gücü tehdit eden sesleri bastırır ve önce suçlu ilan eder.
Bütün bu örneklerde ceylan belliydi, ama çoğu insan hâlâ aslanın neden kovaladığına değil, ceylanın kaçmasına odaklandı. Çünkü gücün sesi daha gür, sessizliğin dili ise daha derindir. Fakat adalet yalnızca güçlü olanı dinleyerek sağlanamaz. Gerçek adalet, kaçanın da sesi duyulduğunda doğar.
“Kaçan biri varsa, mutlaka suçludur; çünkü düzeni tehdit etmiştir.”
Ama bu, yüzeysel bir yargıdır. Felsefi olarak hakikat, yalnızca görünenin değil, görünmeyenin de peşine düşerek anlaşılır. Her kaçış, bir korkudan, bir zulümden, bir yalnızlıktan, bir bastırılmış hayattan doğabilir. Sokrates yargılanırken kaçma şansı vardı ama gerçeğin peşinde ölmeyi tercih etti. Kaçsaydı suçlu sayılacaktı. Galileo ise kilisenin görüşüne karşı çıktığı için suçlandı. Kaçtı, sustu ama düşünceleri yaşadı. Bugün gerçeği Galileo’dan öğreniyoruz, Engizisyon’dan değil.
Göç yollarında yürüyen bir kalabalığı izleyen göz, kaçanların korkusunu değil, kalabalığın büyüklüğünü görür. Hâlbuki orada yürüyen insanlar belki de sadece bir lokma ekmek, biraz güvenlik, biraz huzur arıyordur. Ama sınırları çizenler, onları kovalayanlar olduğu için sesleri duyulmaz. Kovalayanın sesi hoparlörle duyurulur; kaçanın hikâyesi fısıltı bile olamaz.
Medya da bu denklemde önemli bir rol oynar. Haberlerde “protestocular güvenlik güçleriyle çatıştı” cümlesi sık geçer ama “protestocular adalet talep etti” cümlesi nadiren kullanılır. Çünkü medyanın baktığı yer çoğu zaman gücün yönüdür. Kimin kaçtığını değil, kimin kovaladığını yansıtır.
Tarihte inançları, kimlikleri yüzünden kaçmak zorunda kalan binlerce insan oldu. Nazi Almanya’sından kaçan Yahudiler suçlu değildi, ama onları kovalayan sistem kendini haklı görüyordu. “Cumartesi Anneleri” kaybettikleri evlatlarının izini sessizce sürüyor; bekleyişleri bile susturulmak isteniyor çünkü karşılarında onları kovalayan bir devlet var. Halepçe’de çocuklar zehirli gazla öldü, kimse “neden”i değil, “kim attı”yı tartıştı. Suriye’den, Filistin’den gelen mülteciler sadece birkaç eşya değil, bastırılmış kimlikleriyle acılarını taşıyor. Onlar nefes almak, çocukları için güvenli bir yer arıyordu. Ancak herkes kaçanın değil, kovalayanın sesini duyuyor. Çünkü gücün sesi gür, sessizliğin dili derindir.
Felsefeci Michel Foucault’nun dediği gibi, “İktidar, sadece baskı uygulayan değil, neyin doğru neyin yanlış olduğunu tanımlayan bir güçtür.” Bu tanım çerçevesinde, güce sahip olan sadece fiziksel zor kullanmaz, aynı zamanda algıyı da inşa eder. Kaçanı kötü, kovalayanı haklı göstermek tam da bu inşanın ürünüdür.
Asıl soru hâlâ yanıtsız: Aslan mı haklı, ceylan mı? Belki de bu soru yanlıştır. Belki de mesele haklılık değil, anlamaktır. Ceylan neden kaçıyor, aslan neden kovalıyor? İnsan neden yargılıyor, neden sorgulamıyor? Kaçan neden susuyor, kovalanan neden bağırıyor?
Adalet sadece yargı salonlarında ya da anayasa metinlerinde aranmaz. Bazen bir annenin gözyaşında, bir öğrencinin çığlığında, bir çocuğun çizdiği barış resminde, bir mültecinin yürüyüşünde gizlidir. Ve bazen de yalnızca bir ceylan’ın gözlerinde okunabilir.
Kaçanı suçlu, kovalayanı haklı sanmak sadece bireyin değil, insanlığın da vicdanında bir çöküştür. Gerçek adalet gücün kimde olduğuna göre değil, gerçeğin ne olduğuna göre şekillenmelidir. Kimin kaçtığını değil, neden kaçtığını; kimin kovaladığını değil, neden kovaladığını anlamaya çalışmak zorundayız.
Çünkü adaletin terazisi yalnızca yasalarla değil, vicdanla da tartılır. Ve bazen bir halkın vicdanı, en çok sessizce koşan bir ceylanın ayak seslerinde duyulur. Ve belki de tüm bu hikâyelerin sonunda geriye şu soru kalır:
“Zulüm altında kaçanları değil, onları susturmak isteyenleri sorgulamadığımız sürece, hangi sistemin içinde yaşadığımızın ne önemi var?”
Fotoğraf: bookallsafaris.com
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: