Geçen hafta anlattığım yediğimiz 35 TL’lik çay kazığından sonra Sultanahmet’in arkasında yer alan Arasta’ya girdik. “Arasta”nın kelime anlamı, üstü genellikle tonoz veya çatıyla örtülü bir sokağın iki yanında karşılıklı sıralanan ve aynı cins malları satan dükkânların meydana getirdiği çarşı. Sultanahmet’teki arasta ise bildiğiniz turistik eşya satan mağazaların bulunduğu bir sokak.
Sultanahmet Arastası’nın tam ortasından girilen ilginç bir müze var. Adı Büyük Saray Mozaikleri Müzesi.
Müze, geçen haftaki yazımda değindiğim Bukoleon Sarayı’nın (Büyük Saray) bir açık alanında (peristil) zemini kaplayan mozaiklerin bir bölümünün bulunduğu yerde kurulmuş. İlk kez 1953’de açılan bu müze 1987’de yeniden restore edilmiş ve bugünkü halini almış. 1872 metrekare olan ve antik çağdan kalan bu mozaik yüzeyde hiçbir dinsel temaya rastlanmamış. Buna karşılık ana mozaiğin yüzeyinde 150 hayvan ve insan figürü yer almakta ve 90 kadar farklı tema tasvir edilmekteymiş. MS 527-565 yılları arasında yapıldığı belirlenmiş. Peristilin diğer bölümlerinde bulunan bazı mozaikler de bu müzeye taşınmış.
Müzeden çıktıktan sonra Sultanahmet Camii ve Ayasofya’nın arasından geçerek hipodroma ulaşabilirsiniz. Geçen hafta da kısaca değindiğim, ilk kez MS 3.yüzyılda inşa edilen hipodrom 4.yüzyılda 1.Konstantin tarafından iyice görkemli bir hale getirilmiş. Halka açık geçit törenleri, infazlar gibi farklı olaylar için de kullanılan mekanın asıl işlevi, tabii ki at yarışlarının yapılmasıymış.
Başlangıçta Roma’da, toprağı (Yeşiller), suyu (Maviler), ateşi (Kırmızılar) ve havayı (Beyazlar) temsil eden dört takım yarışlara katılırmış. Zamanla Morlar ve Altın renkli takımlar da bu rekabete dahil olmuş. Ancak zamanla Mavi ve Yeşiller sürekli üstünlük sağlayınca diğer takımlar da bunlara katılmış.
At arabalarıyla yapılan bu yarışlar zamanla Doğu Roma’ya da taşınmış. Mavi ve Yeşillerin bu rekabeti burada da, hem de en şiddetli şekilde devam etmiş. Hatta bu takımlar zamanla partileşmişler. Yeşiller Kadıköy’ü, Maviler ise Ayvansaray’ı kendilerine mekan edinmişler. Bir süre sonra bu rekabet Doğu Roma’nın pek çok kentine yayılmış. Zaman zaman taraftarlar arasında çatışmalar çıkmaya başlamış. İmparatorların da taraf tutmaya başlamasıyla iş iyice çığırından çıkmış.
Ocak 522’de sosyal yaşama baskıdan bunalan halk, bir gün yarışlar esnasında İmparator Justinyanüs’e karşı isyan etmiş. Yeşiller ve Mavilerin taraftarlarının ilk kez birleşerek çıkardığı isyana, tarihte Nika İsyanı deniyor. Bu konuda en güzel anlatımlardan birini yazının sonundaki bağlantıdan okuyabilirsiniz. (*) Belki de tribünlerde iktidara karşı tarihte ilk protestoların yapıldığı bu olayla ilgili yazı özellikle Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş taraftarlarının ilgisini çekecektir.
13. yüzyılın başlarında gerçekleşen Dördüncü Haçlı Seferleri’ni takip eden süreçte hipodrom da tüm kent gibi Latinler tarafından talan edilmiş. Talan sonucu Avrupa’ya götürülen eserlerden, imparator tribününün çatısında olan dört bronz atı bugün Venedik’teki San Marco Bazilikası’nda.
Bu arada belirtmeliyim ki, doğma büyüme bir İstanbullu olarak, kentin sekiz yüzyıl sonra günümüzde de tekrar talan edildiğini görmek beni çok üzüyor.
Bugün Sultanahmet Meydanı’na Divanyolu tarafından girdiğinizde karşınıza ilk olarak Alman Çeşmesi çıkar. Alman İmparatoru Kaiser II. Wilhelm’in 19 Kasım 1898’de Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’i ikinci ziyaretinin hâtırasına Alman İmparatorluğu tarafından yaptırılmış. Açılışı 27 Ocak 1901’de yapılmış.
Alman Çeşmesi’ni geçip Meydan’da ilerlemeye başladığınızda solunuzda zarif mimarisiyle Sultanahmet Camii’ni tüm ihtişamıyla görürsünüz.
Cami 1609-1617 yılları arasında Osmanlı Padişahı I. Ahmed tarafından Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa‘ya yaptırılmış. Mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için Avrupalılar tarafından “Mavi Cami (Blue Mosque)” olarak adlandırılıyor. Sultanahmet Camii ve külliyesi İstanbul’daki en büyük tarihsel yapılardan biri. Aynı zamanda İstanbul’un altı minareli ilk camii. Mimari olarak Osmanlı cami mimarisiyle ve Doğu Roma kilise mimarisinin bir senteziymiş.
Caminin hemen karşısında Türk ve İslam Eserleri Müzesi yer alıyor. Dört halife devrinden başlayarak Osmanlı dönemine kadar pek çok tarihi eseri barındıran bu binanın Sultan II. Beyazıt zamanında yaptırıldığı sanılıyormuş. Kesin bir bilgi yok.
1521’de Kanuni Sultan Süleyman tarafından tamir ettirilen yapının ilk konuğu da yine sultanın kendisi olmuş. Ünlü sadrazam Pargalı İbrahim Paşa’nın sarayı olarak bilinen bu binada Pargalı, Kanuni’nin kız kardeşi Hatice Sultan’la on beş gün, on beş gece süren bir düğünle evlenmiş. Halk arasında Makbul İbrahim Paşa olarak da bilinen Pargalı, 1536’da saray entrikaları sonucu öldürülünce bu kez de Maktul İbrahim Paşa olarak anılmaya başlanmış.
Pargalı’dan sonra değişik sadrazamlar tarafından da kullanılan saray 18.yüzyıldan itibaren kışla, defterhane, mehterhane, dikimevi, cezaevi gibi değişik işlevler görmüş. Sarayın önemli bir bölümü 1935-1947 arasında inşa edilen adliye (bugünkü Milli Eğitim Müdürlüğü binası) binasının inşaatı sırasında yıkılmış.
Sultanahmet Meydanı’nın ortasında Doğu Roma döneminden günümüze üç eser kalmış; Theodosius Dikilitaşı, Örme Dikilitaş ve Yılanlı Sütun.
Yılanlı Sütun birbirine dolaşmış üç piton yılanının tasvir edildiği bronzdan yapılmış bir antik Yunan anıtı. İstanbul’un klasik döneminden günümüze kadar ulaşmış en eski büyük boyutlu anıt. Antik Yunan kenti Delfi’deki Apollon Mabedi’nden 324 yılında İmparator Konstantin tarafından getirtildiği tahmin edilmekteymiş. O zamanlar, kenti böceklere ve sürüngenlere karşı koruyacak güçlere sahip olduğuna inanılırmış.
Alt ve üst kısımları kırık olan Yılanlı Sütun’un birbirine dolanmış üç yılanının kafalarından ikisi kayıp. Zamanında İstanbul’a gelen bir Leh büyükelçisi ve maiyetinin çaldığı sanılıyor. Üçüncü kafanın bir bölümü ise İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde. Üç kafanın üstünde duran altın kazan ise daha Yılanlı Sütun Delfi’deyken MÖ 357-347 arasında yapılan savaşları finanse etmek için eritilmiş.
Meydandaki Örmeli Dikilitaş ise İmparator VII. Konstantinos (913-959) tarafından yaptırılmış. Üstü tunç plakalarla kaplı olan 32 metre yüksekliğindeki Dikilitaş’ın kaplamaları yine 1204’teki IV. Haçlı Seferi esnasında talan edilmiş ve eritilmiş.
Meydandaki ikinci dikilitaşa Theodosius Dikiltaşı da deniyor. MS 390 yılında İmparator I. Theodosius tarafından İskenderiye’den gemiyle İstanbul’a getirilen bu dikilitaşın ilk bulunduğu yer Mısır’daki Karnak Tapınağı’ymış. Assuan granitinden yapılan bu yekpare taşın orijinal uzunluğu 35 metreymiş.
İstanbul’a getirilirken, nakliye sorunlarından olacak, alt kısmı kesilmiş. O nedenle şimdi 18.45 metre yüksekliğinde. Ağırlığı ise hala 200 ton!
Sultanahmet’teki dikilitaş ve benzerleri Mısır’ın Assuan kentinde taş ocaklarında yekpare olarak yontulur ve Nil üzerinden teknelerle Karnak gibi mabetlere taşınırmış.
Sultanahmet Meydanı, daha önce de belirttiğim gibi, Sphendon Duvarı’nın üzerine inşa edilmiş ve bugün Marmara Üniversitesi’ne ait olan Osmanlı döneminin ilk sergi binasıyla sona eriyor.
Meydanı tekrar Divanyolu’na doğru kat ettiğinizde karşınıza küçük bir cami çıkıyor. 1491 yılında yaptırılan bu caminin adı Firuz Ağa Camii. Sultanahmet ve Ayasofya’nın ihtişamı nedeniyle fazla göze batmayan bu cami, tek kubbeli, tek minareli Bursa üslubuyla yapılmış. O nedenle babamın ve dedemin avukat yazıhanelerine çok yakın olan ve bana çok mahzun görünen bu camiye küçüklüğümde biraz da acıyarak bakardım.
Sultanahmet’de adliye binası inşa edilirken yıkıma uğrayan tek yapı İbrahim Paşa Sarayı değil. Eufemia Martirionu’ndan (mezar şapel/kilise) arta kalan bölümler de yıkılmış. Şu anda geriye kalan bazı yıkıntıları restore edilmeye çalışılıyor. Eufemia, Kalkedonlu (Kadıköylü) bir azize. Hırıstiyan olunca MS 303’te öldürülmüş. Doğu Roma Hıristiyanlığı kabul edince yedinci yüzyılda azize oluvermiş ve adına söz konusu şapel inşa edilmiş.
Yemek saati gelmiş olduğundan, Divanyolu’nda Çemberlitaş’a doğru ilerlemeye başladık. Öğle yemeğimizi Çemberlitaş’ta Vezirhan Sokak’taki Aslan Restaurant’da yemeyi planlamıştık.
Aslan Restaurant bir esnaf lokantası. Saat 13:00’ten sonra sıra beklemek gerekebiliyor. Yemekler nefis. Tatlılar da öyle. Esnaf lokantaları sabah erken açılıp, öğleden sonra kapanıyor. Sabah dükkanlarını açmadan uğrayanlar için hazırlanan paça çorbasını öğlen de bulmak olası.
İki kez gittiğim bu lokantada yediğim her yemek güzeldi. Beğendi, kara lahana sarması, döner, hepsini tavsiye ederim. Tatlıları da harika. Arkadaşlar tel kadayıfı, burma ve kabak tatlısını denediler ve hepsini çok beğendiler. Benim favorim ise vişneli ekmek kadayıfı oldu. Eğer yolunuz o taraflara düşerse mutlaka uğramanızı öneririm. Tabii her gün aynı yemek çıkmıyor. Bir uyarı; yemeklerin nefasetine kapılıp miktarını fazla kaçırmayın, bir arkadaşım bu nedenle yemek sonrası rahatsızlandı.
Yemekten sonra Kapalıçarşı’nın Nuruosmaniye kapısından içeri girip, kısa bir yürüyüşten sonra, pek dikkat çekmeyen Merdivenli Kapı’dan dışarı çıktık. Hemen sağa ve arkasından sola saparak Day Day Pastanesi’ne ulaştık.
Day Day Pastanesi, 1969 yılında Kapalıçarşı içinde, Ermeni bir aile tarafından açılmış. Söylendiğine göre ‘Day day’ Ermenice ‘dayı’ anlamına gelmekteymiş. Ailenin ikinci kuşaktan ustası Levon Tekneci, sağlık sorunları nedeniyle dükkânı, o zamanki çırağı Mustafa Takyan’a devretmiş. Mustafa Takyan da o günden bugüne ustasından aldığı eğitimi layıkıyla devam ettirmiş.
Değişik kekler, çikolatalı kurabiye, koko, acıbadem kurabiyesi, Paskalya çöreği, ekler, elmalı kurabiye, tahinli çörek spesiyaliteleri arasında. Biz eski İstanbullular azınlıklarla birlikte büyüdüğümüzden Paskalya çöreğini çok severiz. Şu sıralar Paskalya da geldiğinden aslında tam da Paskalya çöreği alma zamanı. Day Day’da alışveriş yapıp yeniden Nuruosmaniye Camii’nin kapısından Çemberlitaş’a çıktık.
Yazıyı bu hafta daha fazla uzatmamak için Çemberlitaş’ın hikayesini ve Divanyolu’nun çevresini de haftaya anlatacağım.
(*) http://bugraderci.blogspot.com/2012/06/bizanstaki-ezeli-rekabet-maviler-ve.html