İstanbul’un en eski ailelerinden birinden geliyorum. Baba tarafım Eyüp ve Sultanahmet, anne tarafım Fatih ve Laleli semtlerinde yaşamış. Aile büyüklerinin kurduğu bir vakıfta bulunan aile ağacımız sayesinde, baba tarafımın 1715- 1730 arası, yani Lale Devri’nde, İstanbul’da yaşadığını biliyorum.
Bedrettin Dalan’ın belediye başkanlığı dönemde yapılan bir çalışmaya göre, 1980’lerin son yıllarında İstanbul’da yaşayanların, hem anne hem de babası İstanbul’da doğmuş olanlarının, kent nüfusunun %5’ini oluşturduğu belirlenmişti. Ben de o tarihlerde o %5’e girenlerden biriydim. Şimdi son durum nedir bilmiyorum.
Gerek ailemden aktarılan bilgilerden, gerekse 68 yıldır İstanbul’da yaşadığımdan, kenti iyi bildiğimi düşünürdüm. Ancak, son yıllarda şehrin değişik bölgelerine geziler yapmaya başladığımdan beri, kentle ilgili bilgilerimin son derece yüzeysel olduğunu fark ettim. Okula, işe ya da aile büyüklerini ziyarete giderken geçtiğim semtleri, o zamanki koşuşturmalardan dolayı tam olarak gözlemleyememişim. Ayrıca, zaman içinde kent dokusu ve demografisi de iyice değişti. O kadar ki, artık bazen kendimi İstanbul’a yabancı hissediyorum.
Son gezilerimden birini yine liseden üç arkadaşımla birlikte yaptım. Gezi sabah Vezneciler’den başladı, akşamüstü Sirkeci’de sona erdi. Bugün bu gezinin ilk bölümünü anlatmaya çalışacağım.
Gezimize 10.00’da Vezneciler metro istasyonunda başladık. Vezneciler adı, önden doldurmalı eski tüfeklerin içine konan barut miktarını ölçmeye yarayan tartı aletlerinden geliyormuş. Bu tartıları imal eden zanaatkarlar da bu bölgede bulunduğundan semtin adı Vezneciler olmuş. Zaten buradan Eminönü’ne doğru inen yokuşun adı da Çakmakçılar Yokuşu. Orada da, tüfeklerin ateşleme mekanizmasının önemli bir bölümünü oluşturan çakmağı üreten ustalar faaliyet gösterirmiş.
Bu bölge aynı zamanda Osmanlı’nın son dönemleri ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Direklerarası diye adlandırılan bir eğlence mekanıymış. Direklerarası ismi 1729 yılında Damat İbrahim Paşa tarafından inşa ettirilen külliyeye gelir sağlaması için yaptırılan, 82 dükkandan oluşan Direklerarası Çarşısı’ndan geliyormuş. Çarşı 1800’lerde yol genişletme çalışmaları esnasında yıkılmış.
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın uzaktan akrabam olduğunu da bu vesileyle belirteyim. Bir akrabamın yaptığı araştırmalara göre, ailemin baba tarafı Damat İbrahim Paşa’nın ablasının soyundan geliyor. Yani rahmetli, benim büyük büyük büyük dayım oluyor.
Özellikle ramazan eğlenceleriyle meşhur olan Direklerarası, aynı zamanda İstanbul’un ilk tiyatro ve sinemalarının faaliyet gösterdiği yerlerden biri. Karagöz, orta oyunu ve benzeri eğlenceler de bu bölgede seyirciyle buluşurmuş. Ben küçükken, 1898 Sultanahmet doğumlu olan dedem Direklerarası anılarını anlatır, orta oyunu ve Karagöz Hacivat taklitleri yaparak beni güldürürdü. 1930’dan sonra ise Direklerarası, kent yaşamında önemini kaybetmiş. Menderes döneminde de kenti modernleştirme düşüncesiyle yıkıma uğramış.
Gezimizde daha sonra doğuya doğru yürüyerek Beyazıt Meydanı’na çıktık. Beyazıt Meydanı ben üç yaşına gelene kadar ortasında kocaman bir havuz olan bir yerdi. Ne kadar etkilenmişim ki, o küçük yaşımda gördüğüm havuzu bir daha unutmamışım.
İleriki yıllarda da Laleli Koska Caddesi’nde oturan büyükbabam, anneannem ve teyzemi ziyarete gittiğimizde annemle bazen yürüyerek Beyazıt Meydanı’na çıkar biraz dolaşırdık. Dönüşte de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin karşısında, Ordu Caddesi’nin karşı tarafında bulunan Koska Helvacısı’ndan külah içerisinde, akide şekeri alırdık. O zamanlar Beyazıt’tan Aksaray’a uzanan Ordu Caddesi’nin orta refüjünde, ulu çınar ağaçları iki dizi halinde uzanırdı. Sonradan acımasızca kesilip yola dahil edildi.
Bu yazı için araştırma yaparken, halen oturduğum Levent’ten hem komşum hem de değerli bir dostum olan, şehir plancısı Prof. Dr. Haydar Karabey’in Beyazıt Meydanı ile ilgili bir yazısına rastladım. (*) Bu vesileyle de kendisinin Beyazıt doğumlu olduğunu öğrendim.
27 Mayıs ihtilali öncesi, Adnan Menderes’in baskıcı rejimine karşı gösteriler yapan üniversite öğrencileriyle güvenlik kuvvetleri arasında çatışmalara sahne olan meydan, daha sonra ciddi bir değişime uğradı. Rampalar, merdivenler ve duvarlardan oluşan, garip bir görüntü oluşturan çirkin bir alan ortaya çıktı. Adı da Hürriyet Meydanı oldu. Meydan ve çevresi 1980’lerin sonunda sağ sol çatışmalarına ve sol görüşlü öğrencilerin katliamlarına da sahne oldu.
Şu anki son hali de pek iyi değil. Ruhsuz taş bir düzlük… Neyse ki etrafında eski binalar geçmişi hatırlatır şekilde yerlerini koruyorlar. Bunlardan en önemlisi bence İstanbul Üniversitesi’nin ana giriş kapısı.
Üniversite, Osmanlı döneminin ilk Avrupa tarzı üniversitesi olan Darülfünun’un (Fen Evi) devamı. Kuruluşunu, İstanbul’un fethinin ertesi günü olan 30 Mayıs 1453’e, yani Fatih’in emriyle kurulan Sahn-ı Semen medreselerine dayandıranlar da var. 1930 yılında İstanbul Üniversitesi adını almış. Türkiye’nin en eski üniversitesi. Hitler Almanya’sından kaçan Alman hocaların eğitim verdiği dönemler galiba en parlak zamanını yaşamış.
Üniversitenin bahçesindeki Beyazıt Kulesi de kentin simge yapılarından biri. İlk kez 1749’da ahşap olarak inşa edilen bu yangın kulesi 1756’da Cibali Yangını, 1826’da ise yeniçeri ayaklanmasında iki kez yanmış. Ancak II. Mahmut tarafından İstanbul’a büyük eserler kazandıran Balyan Ailesi’nin bir ferdi, mimar Senkerim Efendi’ye yeniden inşa ettirilmiş. Ahşap haliyle 118 metreye kadar ulaşan kule bugün 85 m. Gözetleme yerine kadar 180, buradan da en üstüne kadar 76 basamakla çıkılabiliyormuş.
Annem ve babam bu üniversitenin hukuk fakültesini bitirmişler. Annemin ben küçükken biraz da övünerek anlattığına göre, bazen öğle molalarında sınıfça kuleye tırmanılır ve annem aşağıdan bir şeyler istediğinde 100 metreci bir atlet olan babam koşarak aşağı iner, annemin istediğini alır ve yine hızla 180 basamağı tırmanırmış. Eh sonunda bu yorgunluk evlilikle sonuçlanmış.
Beyazıt Meydanı’na bakan bir diğer önemli yapıt Beyazıt Camii. Semte ismini de veren II. Beyazıt tarafından yaptırılmış. 1506’da beş yıllık bir çaba sonucunda tamamlanmış olan cami, İstanbul’un orijinal haliyle bugüne kadar gelebilen en eski selatin camii olarak biliniyor. Haziresinde II.Beyazıt’ın türbesi de yer alıyor.
Caminin arkasında ise Sahaflar Çarşısı yer alıyor. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre, daha önceleri Kapalıçarşı’nın içerisinde bulunan bu çarşı, 1900’lerin başında eski adı Hakkaklar (Oymacılar) Çarşısı olan bugünkü mekanına taşınmış. Maalesef günümüzde eski özelliğini kaybetmiş ve artık daha çok üniversite giriş sınavı hazırlık kitapları satılıyor.
Beyazıt Meydanı’nda ayrıca Türk Vakıf Hat Sanatları Müzesi de bulunuyor. Ordu Caddesi ile meydanın bir bölümünde, Doğu Roma İmparatoru I.Theodosius tarafından yaptırılan bir forumun (meydanın) bazı kalıntılarını da görmek olası. Yine Menderes döneminde, yol açma çabalarında bu kalıntılar ağır tahribata uğramış. Anlayacağınız Beyazıt’ta iç içe geçmiş bir tarihle karşı karşıyasınız; Doğu Roma, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti…
Beyazıt Meydanı’ndan bahsedip de Marmara Kıraathanesi, namı diğer Küllük’ten bahsetmemek olmaz. Küllük adını ilk kez annem ve babamdan duymuştum. Üniversite çıkışında gidilip sohbet edilen, müdavimleri arasında yazarların, şairlerin olduğu bir mekanmış. Beyazıt Camii’nin meydana bakan kapısında yer alırmış. 1950’de kapanmış. O da Menderes’in yol genişletme çabalarına kurban gitmiş. Kahve de bir şekilde Ordu Caddesi’nin karşı tarafına taşınmış. Bu vesileyle bu mekanla ilgili bir anekdotumu da anlatayım.
Ben üniversitedeyken, sağ sol çatışmaları oldukça yaygındı. Ben elden geldiğince uzak durmaya çalışırdım. Babam ‘sokakta nefer olacağına oku ve İlhan Selçuk olmaya çalış’ derdi.
Küllük adını ikinci kez bu kaotik dönemde duymuştum. Ülkücü gençlerin merkezi olmuştu. Bir gün, yurt dışı yaz tatillerimden birinde, İsveç’te tanışmış olduğum Macar arkadaşım Zoltan’dan bir mektup geldi. Yakın arkadaşı bir kız, Türkoloji stajı için yazın birkaç aylığına İstanbul’a gelecekmiş, ilgilenmemi rica ediyordu. 1977 yılıydı. Daha sonra kız da bana mektup yazıp belli bir gün belli bir saatte Beyazıt Meydanı’nda Küllük’te buluşmak istediğini belirtti.
Yapacak bir şey yoktu. Sıcak bir temmuz günü, Beyazıt’ta Küllük’e gittim. İçeride bıyıkları aşağı sarkık beş altı kişi, birkaç masaya yayılmış oturuyordu. İçeri girince bana ‘nereden çıktı bu şaşkın’ diye pis pis baktılar. Ben de bozuntuya vermemekle birlikte ürkmüş bir şekilde boş bir masaya oturdum. Az sonra Macar kız da geldi. Türkçeyi çok düzgün bir gramerle ama çok bozuk bir aksanla konuşuyordu.
Bu arada çaylar geldi. Aynı anda yan masadan bizi dinlemeye çalışan bir sarkık bıyıklı, bizim ne yaptığımızı soruşturmaya başladı. Bir yandan da hangi gazeteyi okuduğum türünden sorular geliyordu. Ben de kızın Macar olduğunu Türkoloji stajı için geldiğini söyledim.
Tüm masalar kulak kesilmiş bizi dinliyordu. Adam, Macar olduğunu duyunca ‘bu Macarlar da aslında Türk değil mi’ diye sordu. Ben de evet Hun Türk’ü diye bir şeyler geveleyince ortalık yumuşadı. Çayları içip hızlıca selamlaşıp kalktık. Kızın elinden tutarak koşarak Kumkapı’ya doğru yokuş aşağı koşmaya başladım. Sonra da şaşkın haldeki Macar kıza durumu anlattım. Türkoloji okuyacağından, yaz boyu ülkücülerle beraber olacaktı. Nasıl hareket etmesi gerektiği konusunda kısa bir fikir alışverişimiz oldu. Örneğin Macaristan’daki sosyalizmi kesinlikle övmeyecekti. Sonra gergin bir şekilde eve döndüm.
Gezimize dönersem… Beyazıt Meydanı’ndan sonra Ordu Caddesi’ni aşarak, caddeyi diklemesine kesen ve Gedikpaşa semtini ikiye bölerek Beyazıt’dan Kumkapı’ya inen Tiyatro Caddesi’nden, Kumkapı’ya doğru yürümeye başladık.
Devam edecek…
(*) https://www.arkitera.com/gorus/bir-beyazit-dusu-beyazitin-dususu/