İnsan doğanın, bitkilerin, meyvelerin kabuğunda gizlenen anlamlardan, tatların ötesine uzanan simgelere; hayatın çekirdeğinde saklı felsefeden, doğanın özüne sinmiş bilgeliklere ve insanlığın ruhuna dokunan, bir toplumun aynası olan mecazların derin gücüne doğru bir düşünce yolculuğu yapan biridir.
Hayat, doğanın içinden geçen ince bir ışıktır bazen; kayalara çarpıp yön değiştirir, suya yansır, gölgelere dokunur. Benim için bu ışığın geçip iz bıraktığı meyveler var: kavun, karpuz, nar ve elma. Ama benim zihnimde bu meyveler, düşüncelerimin yapısını, duygularımın derinliğini ve davranışlarımın çoğulluğunu anlatır. Meyveler kabukludur.
Çünkü kabuk, insanın hayata karşı aldığı pozdur. Gülümsemeler, suskunluklar, unvanlar, imajlar… Hepsi birer dış yüzeydir; insanı dış etkilerden korur ama çoğu zaman özünü saklar. Gürültülüdür kabuk; parıldar, dikkat çeker ama gerçek olanı gizler. İçsel sessizliğin üstüne çekilmiş renkli bir perde gibidir. Oysa insanın özü, derinliği, niyeti çekirdektedir. Orası saklıdır, savunmasızdır, sessizdir; ama bir o kadar da gerçektir.
Kabukla tanınır insan, çekirdekle anlaşılır. Kabuk geçicidir, mevsimliktir; çekirdek ise köklüdür, kalıcıdır. Kabuk toplum içindir; çekirdek yalnızlığın, içsel yolculuğun alanıdır. Kim olduğumuzu değil, ne yaşadığımızı ve bu deneyimlerin bizi nasıl dönüştürdüğünü gösterir.
Bu anlayışla baktığımda, meyveler bana sadece tat değil, anlam taşır. Onlar, düşüncelerimin ve duygularımın sembolleridir. Kavun, karpuz, elma ve nar … Her biri insanı anlamak için birer anahtardır.
Kavunu düşündüğünüz zaman. Düşünceler gibi çekirdekleri merkezden doğar. Bütün çekirdekleri, bir merkezde düzenli çekirdekler, düşünce de hakikate ulaşmak için bir merkez yer alır. Bu, Platon’un idealar dünyasına benzer: dış görünüşün ötesindeki gerçekliğe varma çabasıdır. Tasavvufta bu, tevhid inancında, dinlerde beraber bir olma düşüncesinde saklı olan: her şeyin bir özde birleştiği fikri. Düşünceler, merkeze doğru derinleştikçe insan kendine yaklaşır.
Fakat duygular öyle değil. Onlar karpuz çekirdekleri gibidir; dağınık, tahmin edilemez, her yerdedir. Dağınıktır. Bazen özlem bir köşede, bazen kırgınlık başka bir kenarda. Tıpkı Budizm’deki gibi, her çekirdeğin içinde bir varoluş tohumu vardır. Jung’a göre bu karpuzun içindeki çekirdeklerin dağınıklığı ayrı ayrı parçalanmışlık kimliğin çok katmanlı hâlidir. Benlik karpuz gibi, bir yanda çocukluktan kalan izler, bir yanda yeni filizlenen umutlar. Duygular, düzenli değil ama gerçek. Zen der ki: “Tohumun yerini değil, onu çiğnerken ne hissettiğini düşün.” Belki de karpuz çekirdeklerinin dağınıklığı duyguların dağınıklığına bile bir çok anlam gizlemiştir.
İnsan davranışları, katmanlı, gizemli ve maskelerle örtülü yapısıyla bir narı andırır. Narın yüzlerce tanesi gibi, davranışlarımızın da bir kısmı tatlı ve açıkça görünürken, bir kısmı buruk ve derinlerde gizlidir. Toplumu düşündüğümüzde, nar kadar güçlü bir metafor bulmak zordur. Çünkü her birey kendi yaşamını kurarken, aynı kabuğun altında, aynı sistem içinde var olur. Tıpkı nar taneleri gibi; birbirinden ayrı ama birbirine bağlıdırlar. Freud’a göre bastırdığımız yönlerimiz, bu görünmeyen taneciklerin arasında saklıdır; Jung ise bu derinlikte gölgemizle yüzleşmemiz için bir çağrı görür. Böylece, insan davranışlarının çok katmanlı doğası, hem bireysel hem de toplumsal yönlerimizle birleşir ve narın gizemli yapısı gibi çözülmeyi bekleyen bir sır olarak kalır.
Bütün bu meyve düşüncelerinin merkezinde elma durur. Adem’le Havva’nın cennetten düşüşünden, Newton’un başına düşen elmaya kadar elma, insanın hikâyesinde her zaman özel bir yere sahiptir. Kur’an meyvenin adını vermez ama anlatının merkezinde o meyve vardır. Hristiyanlıkta elma, bilincin uyanışıdır. Yunan mitolojisinde savaşın, kıskançlığın ve felaketin başlangıcıdır. Newton için yerçekiminin; modern insan için dijital çağın simgesidir. Apple’ın logosundaki ısırılmış elma, bilginin simgesi hâline gelmiştir. Elma artık sadece bir meyve değil; düşüşün, merakın, sorgulamanın ve dönüşümün simgesidir. Masallarda prenseslerin yediği o zehirli elma, derin ve büyülü bir uykunun kapısını aralar; dışarıdan bakıldığında masum ve çekici görünse de, içinde sakladığı tehlike, masumiyetin ardındaki karanlık sırları simgeler. Bu elma, güzelliğin ve kırılganlığın birleştiği, hem cezbeden hem de esir alan bir metafordur; tıpkı insanın dış görünüşüyle iç dünyası arasındaki o ince, gizemli çizgi gibi.
Belki de her şey bir elmayla başladı. Elma düştü, insan düşünmeye başladı. Elma yendi, insan bilinçlendi. Elma ısırıldı, yeni bir çağ başladı. Elma, sadece geçmişin değil, geleceğin de yükünü taşır. Her düşünce, düşen bir meyvenin yankısıdır. Belki biz hâlâ aynı elmayı ısırıyoruz. Sadece bu kez kablosuz. Newton’a göre düşer, Freud’a göre bastırılır, Zen’e göre ise sadece elmadır. Ama biz, hâlâ onun ne olduğunu tartışıyoruz. İlk günah mıydı, yoksa ilk soru mu?
İnsan işte böyle gizemli bir meyvedir. Kimi dışı parlaktır ama içi boştur. Kimiyse dıştan sade ama içinde hayat fışkıran bir çekirdek taşır. Her biri bir hikâye, bir potansiyel, bir sırdır. Bu yüzden insanı tanımak istiyorsan, kabuğuna değil çekirdeğine bak. Çünkü gerçek olan hep içtedir. Çekirdek, görünmeyen bir merkezdir ama bütün hayat oradan doğar.
Kısacası insanı anlamak istiyorsan kabuğuna değil, çekirdeğine, özüne bak.
Görsel: pixabay.com
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: