Bu dünya için, tüm hayvanların ve bitkilerin varlığının olağanüstü olumlu, iyi gelen bir sebebi varken, bilinçsizce tüketen, zarar veren insanın misyonu nedir de kendini pek önemli sanıyor diye düşünürüm.
İnsan, kendi yarattığı sorunları başka sorunlar yaratarak çözmeye debelenirken, hayvanlar insanın oğlundan çok önce bu gezegenin oksijenini soluyordu. Biri dediği veya öğretildiği için değil de içgüdüsel olarak besin zincirinde hizmet eden, ekolojik dengeyi koruyan hayvanların, bitkilerin yarattığı bir tiyatro sahnesinde, sadece iyi ve kötü dengesi için gereken rol arkadaşlarıyız belki de. Kötü olmadan iyinin farkı bilinmez. Denildiği gibi bu dünyanın başına gelen en tehlikeli tür müyüz? Ey insan, varoluşunun doğal özünden kopan, hisleri körelen, algısı sığlaşan ey insan…Biz.
Yirmi iki ay hamile kalıp, on yılda iki ya da üç kez doğum yapan, cüsselerine rağmen otçul olan filler, 280 kilometre uzaklıktaki bir fırtınayı, yağmuru hissedebilir, 20 kilometre uzaktan suyun kokusunu alıp oraya doğru giderler, 2004 yılındaki Asya tsunamisi olmadan önce filler daha yüksek alanlara doğru yönelmelerinin gösterdiği gibi derin hislere, algılara sahipler.
Filler empati kurabilir, kendi türünün neler hissettiğini anlayabilir. Bir fil mutsuzken diğerlerinin “duygusal etki” olarak bilinen duygularını paylaşırlar, arkadaşlarının yanına giderek onları rahatlatıp, ağızlarına bir şeyler koyarak güven tazelerler. Filler, yaralı diğer fillere de yardımcı olmaya çalışır. Bağlandıkları bir insanın ölümünü hissederek uzun yollar katederek, o ölüyü uğurlarlar, kendi ve insan ölümlerinin yasını tutarlar. İnsanla yaşamaya alışır, eğitilirler.
Bu gezegende yaşayan tüm hayvanlar tek tek izlendiğinde hayranlık uyandıran nitelikli özelliklere sahiptirler, insanda olmadığı için hatta üstün denecek özelliklere…Aklımıza ilk anda gelebilecek yakın çevremizdeki hayvanları düşünelim; köpek, kedi, kuş, kaplumbağa, kirpi, tavuk, koyun, at, inek, hatta bir salyangoz, karınca bile davranışları izlendiğinde, korkuları, güveni, acısı, huzuru ile insanla tamamen aynıdır.
Fizyolojik farklılıklar olsa bile saat gibi işleyen, bizim oturup yaratamayacağımız bedenlere sahiptirler. Kan gruplarımız bile birbirimize ters düşebilip bizi öldürebilirken, bu farklılar ne kadar doğal. Sadece dilleri bizden farklı olduğu için insan onları anlayamaz. Halbuki sessizliktir lisanları…Onlardaki üstün özelliklere sahip olmayan insanlığın vahşetinden de nasiplerini alırlar maalesef, fillerin dişlerinin acımasızca sökülmesi, zevk için öldürülmesi gibi, diğer hayvanların katli gibi. Hiçbir hayvan tehdit altında hissetmez ise ve çok aç değilse başka bir canlıya saldırmaz, insanın aksine.
İnsan o gurur duyduğu egosundan sıyrılıp berrak gözle bakabilse hiçbir hayvana zarar veremez.. O öyle bir ego ki kendini dünyanın merkezinde görerek, her şeyi en iyi bildiğini sanarak, “canlılar içinde en zekiyim” diye geçinerek, artık kapattığı, körelmiş hisleriyle, algısıyla, kendi kendine yarattığı dilleri de konuşmuyor diye sessizlikle yaşayan tüm hayvanları, hatta ağaçları, bitkileri tüm doğayı hakir görme, daha da ötesi onlara zulüm edebilme hakkı bulabilmesidir.
Vicdan sadece acıma, merhamet kazandırır, iyi yapar insanı. Halbuki bu kendini beğenmişlik ise körlüğe sebep olur. Vicdanlı olup koca egolu insanlar da vardır. Karşısındakini hep aptal, kendini en akıllı görür, onlar konuşurken hemen fark edilir; alttan alışı ya gösteriş ya da yoktur. Yanında sessiz durursanız, hazır cevap olmazsanız, daha keyifle üste çıkar.
Sessizlikteki sırrı hiç bilmezler çünkü. Nasıl bir hayvanın, bitkinin suskunluğunu bilsin, bakışlarını duruşlarını izlesin, anlasın? İnsanın kendinde sandığı o olağanüstülük onda değil uçan, yürüyen, yüzen, duran her bir canlıda, derinlere köklerini salmış ağaçlardadır.
Doğayı anlamak eğitimle, okumuşlukla ilgili hiç değil; olgun yaşlı bir ruhla bu dünyaya gelinmişlikle ilgili belki, empati yapmayı bilmek ile ilgili belki, bakan değil gören gözlere sahip olmakla ilgili belki.
Bilim somut veriye dayanır ama hâlâ algılarımız dışında soyut çok kavram var. Neden olduğu değil sonucu önemli olan. Özünü muhafaza edebilmiş bir İnka, Kızılderili, Aborjin yerlisi ya da artık tükenen bilge bir Anadolu yerlisi ne biyoloji bilir, ne kuantum fiziği, ne genetik vb. ama doğayı olduğu gibi saf haliyle algılar, dinler, iletişim kurar, saygı gösterir.
Zihin çok önemli ve saf bir kalp…Bir filin, köpeğin, kedinin, tümünün zihninde kalbinde olduğu gibi… İnsan silahla, savaşla, kavgayla, kendi yarattığı hastalıklar ve onlara derman ilaçların kapitalizmi ile uğraşmaya devam ettikçe yeni dünyalar daha çok arar. Yaşadığı dünyanın henüz sırrını sorgulayamamışken, merak etmemişken, gözlememişken insanoğlunun yolu çok uzun. 4,5 milyarlık yaşlı ama muktedir dünyada kim bilir kaç kez sıfırlamalarda yok olmuşken, tekrar azdan çoğalmışken geldiği tüm bu yola bakarsak hâlâ elleri bomboş değil mi? Bu evrende yaşamın sırrını arar durur insan, en yakınına bakmayı unuttuğu içindir bilmez.