Her sabah kalktığımda yaptığım ilk işi yaptım. Mutfak penceresinden dışarı baktım.
“General Kış” hâlâ bizim avludaydı.
“General Kış” Ruslar arasında çok bilinen bir metafor.
Malum, benim senelerdir yaşadığım Moskova’da kışlar çok sert geçer.
Artık alıştım mı, yoksa hâlâ alışamadım mı tam bilemiyorum.
Geçen günlerde Moskova başta olmak üzere Rusya’nın orta kesimlerini yine yoğun kar yağışı ve tipi esir aldı. Rusya Uzay Ajansı (Roskosmos), Moskova’ya yoğun kar yağışı getiren “Olga” olarak adlandırılan kar fırtınasının uzaydan çekilen görüntülerini yayınladı.
Ah, Olga!
Kasırgaya “Olga” ismini koymuşlar, halbuki benim tanıdığım bütün “Olga”lar güler yüzlü ve hoş kadınlardı.
Göçmen işçilerin yoldan temizleyip kaldırım kenarlarına yığdığı karın yüksekliği bu kışın benim bilip, alıştıklarımdan da sert olduğunu haber veriyordu. Bazı haberlere göre 150 yılın kar rekoru kırılmıştı.
Avluda Hruşçov’un iktidar döneminde yapılmış bizim evin, eski, yorgun “Hruşofka”mızın dışında Stalin dönemi karakteristiğinde iki bina ve daha sonraki dönemde yapılmış bir başka apartman irisi bina daha var. Ve avlunun ortasında, bütün bu binaların arasında küçük, sevimli bir park…
Parkın sabah misafirleri; hayvansever Ruslar, köpekleri, kargalar, güvercinler çoktan uyanmışlar avluda geziniyorlardı.
Ve benim sevgili sincap dostlarım. Bu yıl bizim avluda üç veya dört sincap var. İkisi ağaç dallarından aşağı inmişler karların içinde hoplaya zıplaya rızıklarını arıyordu.
***
Üst kat komşum, kadim dostum Vladimir İvanoviç, arayıp “Hadi gel de mutfakta birer fincan kahve içip, laflayalım” deyince ikiletmeden yukarı çıktım.
Ne demiş şair?
“Gönül ne kahve ister, ne kahvehane/ Gönül sohbet ister, kahve bahane.”
Daha kapıdan girer girmez “Yahu, nedir bu insanların paylaşamadığı?” dedi.
Belli ki canı sıkılmıştı; ciddi şeyler konuşup, paylaşmak istiyordu.
Başını pencerenin pervazına dayamış dışarı bakarken oflayıp, “Hani 19. yüzyılda sorun, ‘Tanrı’nın ölmüş’ olmasıyken; 20. yüzyılda ‘insanın ölmüş’ olmasıdır,” demiş ya Erich Fromm; peki, 21. yüzyılın İlk çeyreğinde yaşadıklarımız için ne demeli?” diye isyanını dile getirdi Vladimir İvanoviç.
Prof. Edward Wilson da;
“Taş devri duygularımız,
Orta Çağ kurumlarımız,
Tanrısal teknolojilerimizle 21. yüzyıla girdik” demiş.
Belki de sorun burada. Daha önce hayal bile edemediğimiz hızla gelişen teknolojiye insanlar ve değerleri uyumda geç kalıyor.
Gelenek göreneklerimiz, yaşam biçimlerimiz, yasalarımız, inançlarımız, ideolojilerimiz, bu hıza ayak uyduramıyor.
Altyapı, üstyapıyı oluşturan kültürü, kurumları, siyasi iktidar ilişkilerini, devlet gibi toplumun diğer ilişkilerini ve düşüncelerini belirler, işin teorisi böyle; ancak makas bazen böyle çok açılıyor, işte.
Yani Gramsci’nin dediği gibi “Eskinin ölemediği, yeninin doğamadığı bir çağı yaşıyoruz.”
Ve hâlâ aynı durumdayız.
Kahve eşliğindeki muhabbetimizin konusu ister istemez günlük olaylar. Pandeminin kılık değiştirerek hortlama tehlikesi, ekonomi ve uluslararası sorunlar… Gazze’de yaşanan katliam,.. Derken her sabah gözümüzü açtığımızda öğrendiğimiz dünyanın bir başka köşesinde zuhur eden yürek hoplatan yeni kötü haberler.
Savaş tamtamları dünyanın her köşesinden duyuluyor. Daha da kötüsü bunun yaygınlaşması, içinden çıkılması mümkün olamayacak bir hale gelme korkusunu derinden yaşamamız.
Dayanılması zor bir dönemden geçiyor yine insanlık.
Kabul etmek gerekir ki insanlığın bugüne kadarki karnesi çok zayıf.
Ama yine de tesellimiz bizi kurtaracak olan yeni bir hayat yaratabilme umudunu ve bunun verdiği gücü hâlâ kaybetmemiş olmamız.
Vladimir İvanoviç, içine düşmüş olduğumuz yabancılaşma ve yok olma sürecinin yeni bir insan doğası ve toplum anlayışıyla aşılacağına olan inancını tekrarlıyor.
Gülümsüyorum. “Fabrika ayarları”na dönmenin gerekli olduğunu mu ima etmek istiyor acaba diye düşünüyorum.
Eee, ne de olsa karşımda oturan dostum eski bir Sovyet insanı.
Aslında beni ilgilendiren yapılanlar kadar yapılamayanlar aynı zamanda. Başka bir zamanda bunu da konuşmayı çok istiyorum.
***
Genellikle mutabık olduğumuz için muhabbetimiz çatallanmadan sürüyor. Ayrıntılar olsa da bazı konularda anlaşamadığımız oluyor tabii ki. O zaman fazla detaya girmeden kenarından dolaşıyoruz.
İnsan eşref-i mahlukat mı? Yani insan yaratılmışların en şereflisi mi?
Veya tam tersi mi?
Bencil, sadece kendini düşünen, yalancı, para için, kişisel çıkarları için her şeyi yapan, üzerinde yaşadığı dünyayı kirleten lüzumsuz bir yaratık mı?
“Ben, insandan yana ümidini kaybetmeyenlerdenim; insanı merkezine oturtmayan bütün politikalara uzağım. Bana insanın doğası hakkındaki düşüncelerini söyle sana ideolojini söyleyeyim,” diyorum.
Üç aşağı, beş yukarı, anlaşıyoruz.
***
Dostoyevskiy, “Budala”da, “Herkes yarın sabah gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor” diyor.
Üzerinden kaç sene geçmiş, değişen bir şey var mı?
Ki aynı şeyleri asırlar önce başka düşünürler de söylemiş ama ona rağmen insanlık hep ilerlemiş!.. Bu hep öyle olmuş ve olacak; tüm karamsarlara rağmen!…
İnsanlık ilerlemiyor ama yaşayıp gidiyoruz işte diyebilirsiniz ama ilerlemiyor olsa mesela en basitinden çoğumuz köleydik hâlâ …
“Peki, kurtulduk mu yani kölelikten?” diye soruyor Vladimir İvanoviç.
***
Kar, kış, dünyanın her köşesinde zuhur eden çatışmaların daha büyük bir savaşa evrilme endişesi ve karamsarlık,…
Oğuz Atay’ın hep elimin altında olan kitabında defalarca okuduğum, adeta ezberlediğim sözler aklıma geliyor:
“Savaş nedir Olric?”
-Savaş ölümdür, yıkımdır, yalandır, talandır, gözyaşı ve acıdır, yeni ve daha büyük bir savaşın davul sesidir Efendimiz.
Madem öyle niçin koşa koşa savaşa gider insanlar Olric?
-Savaş tamtamları gözleri kör eder, ruhları taşlaştırır Efendimiz, ondandır.
Peki hayvanlar da savaşır mı Olric?
-Evet Efendimiz hayvanlar da savaşır, ama onların aklı yoktur insanlar gibi.
Madem insanların aklı var neden savaşıyorlar Olric?
-İnsanlar savaşmıyor Efendimiz, zenginlerle zenginler savaşıyor. Zenginlerin karnı doymaz Efendimiz ve onlar insanların oynadığı küçük masum oyunları oynamazlar, onların oyunu savaştır Efendimiz.
Savaştan geriye en çok ne kalır Olric?
-Yeniden savaş ama daha büyük bir savaş isteği, insanların artan yoksulluğu, yıkılmış köyler ve kentler, büyük mezarlıklar, gözü ve kolu ve ayağı ve bazen yüzü olmayan insanlar, ocaklarda feryat figan, sayıları az ama zenginlikleri artmış olan ölüm tüccarları.
Aklım almıyor Olric, madem sayıları az bu zenginlerin, neden insanlar birleşip ölüme dur demiyor?
-Çünkü Efendimiz zenginler birbirini tanır, birbirlerinden haberdardır ve savaş oyununda yenilen zengin, kazananın masasına oturmaktan onur duyar. Oysa Efendimiz insanlar birbirinden habersizdir, güçlerinin büyüklüğünün farkında değildir ve tıpkı satrançtaki gibi Efendimiz, otuz taş yani otuz insan iki şaha yani iki zengine hizmet eder ve tuhaftır ki bu hizmetten mutluluk da duyarlar.
Peki bunun bir çözümü yok mu Olric?
-Var Efendimiz, zaman.
Nasıl?
-Zamanla insanlar bu deliliğin farkına varacaklar ama o an’a kadar bu delilik sürecek Efendimiz…
Hiçbir savaşta egemenler ölmez!!!
Şahlar konuşur, vezirler dinler ve önce piyonlar ölür!!
mhyazici@yandex.ru