10 Nisan sabahı kahvaltıyı takiben Maurice ve Andre ile vedalaştık. Kendileriyle gezinin sonunda Ölüdeniz’de yeniden buluşmak üzere yola çıktık. Yanımıza yolluk bile verdiler.
Şoförümüzün verdiği bilgiye göre ilk gideceğimiz yer Madaba imiş. Buradaki kilisenin mozaikleri meşhurmuş. Daha sonra bir Haçlı kalesi olan Kerek’e geçecekmişiz. Akşamüstü de, geceyi geçireceğimiz Petra’ya varacakmışız.
Madaba “su ve meyve” anlamına geliyormuş. Kent Amman’dan 37 kilometre (km) uzaklıkta. Rehberimiz kentin Haçlılar tarafından işgal edildiğini, daha sonra Selahaddin Eyyubi tarafından geri alındığını anlattı ama sonradan araştırınca, bunun doğru olmadığını öğrendim. 747’deki büyük depremden sonra yerle bir olan Madaba, Haçlı döneminde sadece bir harabeymiş ve kimse yaşamıyormuş. Bu vesileyle Ürdün’de rehberlerin anlattıklarına hemen inanılmayacağını da öğrenmiş oldum.
Daha sonra kentin müzesini gezdik. Madaba Müzesi’nin ilk bölümünde Enbiya tarihi anlatılıyor. Bunlar aslında Sümerlerden beri Orta Doğu’da anlatılan hikayeler…İkinci kısmı ise son iki yüzyıldaki yaşamla ilgili.
Güne erken başladığımızdan sabah 10.00’da, rakımı 817 metre olan Nebo (Nibu) Dağı’na varmıştık. Buraya Musa Dağı da deniyormuş. Benim gördüğüm iki Musa dağından ilki. Daha ileriki bir tarihte Sina Yarımadası’ndaki diğer Musa Dağı’na St. Catherine Manastırı’ndan başlayan bir gece çıkışı yapmıştım. O ilginç geziyi ve tırmanışımı da 30 Mayıs 2021 tarihinde yayınlamıştım.
Hz. Musa bu tepeden vadedilmiş toprakları görmüş. Din kitaplarına göre burada Tanrı, Musa’ya ‘Gördüğün yerler İbrahim soyuna vaat edilen topraklar. Ama sen oralara hiç gidemeyeceksin’ demiş. Bu arada rehber tarafından, Hz Musa’nın da Madaba’da öldüğü anlatıldı.
Madaba’dan ayrılmadan ziyaret ettiğimiz bir Ortodoks kilisesinin içerisinde de 1500 yıl önce yapılmış ve Kudüs’ü resimleyen bir mozaik gördük.
Daha sonra Kerek’a gitmek üzere Al-Mucip kanyonundan geçerek yola çıktık. Aynı isimle anılan sulama amaçlı baraj nedeniyle etraf yemyeşil tarlalarla kaplıydı. Barajın sulama havzası dışında kalan yerler ise kurak ve ot bitmez yerlerdi. Bir yerde durup barajın ve vadinin tepeden fotoğrafını çektik. Daha sonra barajın üstünden geçip vadinin diğer tarafına tırmandık. Sonra yine fotoğraf molası verdik. Burada mükellef bir kahvaltı daha yaptık. Masada yok yoktu. Karnımızı doyurup, çayımızı içtikten sonra tekrar minibüsümüze bindik ve bir süre sonra Kerek’e ulaştık.
Kerek, Demir Çağında kurulmuş. Asurlular, Nebatiler, Romalılar, Doğu Romalılar, Haçlılar sırasıyla hüküm sürmüş. 46 yıllık haçlı hükümranlığı esnasında, Selahaddin Eyyubi kaleyi 1183 ve 1184’te iki kez almayı denemiş ama kale dışından gelen güçlü destek nedeniyle başaramamış. Ancak 1187’de kendi ordusundan çok daha güçlü bir Haçlı ordusunu Hıttin’de mağlup edince, kardeşi Adil 1188’de sekiz aylık bir kuşatmadan sonra kaleyi ele geçirmiş. Hıttin’de yok edilen Haçlı ordusu nedeniyle bu kez kaleye dışarıdan yardım gelmemiş.
Kerek Kalesi
Kerek’e Eyyubilerden sonra Memlükler, Memlükler’den sonra da 1517’de Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlılar gelmiş. Osmanlılar 1918’deki Kanal Muharebesi ve büyük Arap ihaneti sonucunda bu bölgeyi İngilizlere bırakarak Halep’e doğru çekilmiş. Din kardeşi olarak bazı çevrelerin büyük sempati duyduğu Arapların ihanetlerini İsmet Paşa’nın hatıralarında okumak çok ibret vericidir. 1920 San Remo Konferansı sonucu Kerek İngilizlere bırakılmış. 1946’ya kadar bölge İngiliz hakimiyetinde kalmış.
Bugünkü Kerek Kalesi’ni Osmanlılar inşa etmiş. Kalenin içinde bir Memlük sarayı da var.
Kerek Kalesi’nden sonra Petra’ya doğru yola çıktık. Bu arada Nuran’ın midesi bozulduğundan yemek konusunda daha dikkatli olmaya karar verdik.
Akşama doğru Petra’nın yer aldığı Vadi Musa’ya geldik. Taybet Zaman isimli, hemen Petra’nın dışındaki bir otele yerleştik. Otel, eskiden burada bulunan bir köyün restorasyonu sonucu oluşturulmuş otantik görünümlü bir mekandı ve oldukça hoştu.
Ertesi sabah 6.15’te kalktık. Gece bu sefer de Tahir’in midesinden rahatsızlandığını öğrendik. Bende ve Zehra’da ise bir rahatsızlık yoktu. Otelimiz bir yamaçta olduğundan kahvaltıdan sonra Petra’nın girişine ulaşmak için minibüsümüzle vadinin tabanına indik. Petra’nın girişine ulaştığımızda saat 7.40 olmuştu.
Bu seyahatte havayı pek doğru tahmin edememiştik sanki. Nisan ayının ortası olmasına rağmen geldiğimizden beri hava serindi. Petra’nın girişine vardığımızda sert çöl rüzgarları yine esiyordu. Yanımızda olan kıyafetleri üzerimize kat kat giymek zorunda kaldık. Gün içerisinde ısınacağını ümit ediyorduk.
Uzakta, tahminen 15 km kadar uzakta bir dağın tepesinde bir mezar dikkatimizi çekti. Rehberimiz Hami’nin anlattığına göre, Hz Musa’nın kardeşi Harun’a ait imiş. Yürüyüşümüzün devamında eski bir aile mezarının yanından geçtik. O dönemin Suriye kültürüne göre yapılmış olan bu mezarın üstüne, ruhlar göğe çıkabilsin diye merdivenler yontulmuştu.
Uzunca bir yolda ilerlemeye devam ettik. Yürüyemeyecek olanlar için eşek, at, deve veya at arabası servisleri vardı.
Biraz sonra sağımızda Al Muhtlim Tüneli belirdi. MÖ 1 yüzyılda drenaj için açılmış. Petra Yunancada kaya anlamına geliyor. Bölgeyi Araplar ve Museviler yine kaya anlamına gelen başka isimlerle anıyorlarmış. İlk yerleşimin MÖ 7000’lere kadar gittiği Petra, gerçek anlamda MÖ 400’de Nebatiler tarafından kurulmuş. Kent MS 106’da Romalılar tarafından ele geçirilmiş. MS 400’den sonra ise depremler ve ekonomik nedenlerle kent önemini kaybetmiş ve unutulmuş. Petra 1812’de İsviçreli gezgin Johann Burckhardt tarafından yeniden keşfedilmiş. 6 Aralık 1985 tarihinde ise UNESCO tarafından Dünya Kültürel Mirası listesine dahil edilmiş. Ancak Petra’nın yaygın olarak tanınması 1989’da çekilen Indiana Jones-Son Macera filmi ile olmuş.
Petra’ya yerleşen, imar eden ve 506 yıl boyunca başkenti yapan Nebatilere de kısaca değinmekte yarar var. Nebatiler “suyu kazıp çıkaran insanlar” anlamına geliyormuş. Kökenleri kuzey Arabistan. Bugünkü Arap alfabesi de Nebati alfabesinin değişikliğe uğramış haliymiş. Deniz ipek yolunun batı ucunu kontrol eden Nebatiler bu şekilde refaha ulaşmışlar. Ayrıca Mısırlıların mumyalama işlemlerinde kullandığı ve Ölüdeniz’den çıkarılan bitüm (bitumen) üretimi ve Mısır’a ihracı da ayrı bir gelir kaynağıymış. Petra gibi bir başka önemli Nebati kenti de Suudi Arabistan’da. Adı Medain Salih. Son yıllarda petrol ve türevleri dışında ekonomisini çeşitlendirmeye çalışan Suudi Arabistan bu bölgeyi turizme açmış durumda. Ayrıca İsrail’de Necef Çölü’nde de bazı kentleri varmış. Nebatiler IV. yüzyılda Romalıların etkisiyle Hristiyanlığı kabul etmişler.
Petra’nın merkezine ulaşmak için dar bir kanyonda 1200 metre kadar hafif bir eğimle aşağı doğru yürüdük. Kayalar 70-120 metre arasında iki tarafımızda birer duvar oluşturuyordu. Denizden yüksekliğimiz ise 820 metre civarındaymış. Maalesef kanyondaki yolun zeminini betonla kaplamışlardı ve özgünlüğü kaybolmuştu.
Buraya As Sik adı veriliyor, kentin ana kapısıymış. Kanyonun sol kenarında bir su kanalı var. Arada sırada sedimantasyon havuzları da yapmışlar. Yine solda yağmur suyu toplamak için yapılmış bir barajın restore edilmiş hâli vardı. Nebatilerin, kurak topraklarda yağmur suyu hasadı, nakli ve depolanması konusunda üstat oldukları bu yapılardan hemen anlaşılıyordu Daha sonra solumuzda bulunan bir tapınma yerinden geçtik. Sağda ise fil veya balık kayası denilen bir kaya vardı. Yine sol tarafta hayal meyal fark edilen karavan gravürleri görülüyordu.
Sonunda aniden kanyon genişledi ve El Hazne denilen Indiana Jones filminden bildiğimiz mekan karşımızda belirdi.
El Hazne aslında bir tapınak ve kral mezarıymış. Yunan ve Mısır mimarisinden etkilenerek yapılmış. El Hazne’nin sağında cenaze yemeğinin yendiği bir yemek salonu var. Maalesef içine sokmuyorlar. El Hazne denmesi ise, buranın bir hazine dairesi olduğuna inanan ve hazine bulmak için yapıyı ciddi şekilde tahrip eden bedevilerden dolayıymış.
El Hazne’nin sağından genişlemeye başlayan kanyonda yürümeye devam ettik. 100 metre kadar ilerde solda devlet riyalinin gömüldüğü mezarlarla karşılaştık.
El Hazne’den kent merkezine doğru
Mezarların yapım tarihi MÖ 50’ye dayanıyormuş. Daha sonra bir meydana geldik. Ortada MS 1. yüzyılda kayalara oyulmuş 3000 kişilik bir amfitiyatro vardı. Romalılardan esinlenerek inşa etmişler. Yine kaya mezarları arasından yolumuza devam ettik; sağ tarafta önemli kişilerin, solda halkın mezarları yer alıyordu.
Az ilerde iki katlı kayaya oyulmuş Nebati zenginlerinin villaları göründü. Vadi artık iyice genişlemişti. Sağ tarafta sırtta yine dev kaya mezarları vardı. Altında ise yıkıntı halinde konutlar göze çarpıyordu. Etraftaki tüm kaya yüzeyleri işlenerek yapılara dönüştürülmüştü.
Sonra Romalıların yaptığı sütunlu bir yola geldik. Yolun her iki tarafında birer tapınak, yine sol tarafta agora inşa edilmişti. Roma imparatoru Trayan da buradan geçmiş. Adına bir kapı yapılmış. Arkeoloji ve Oriyent’e olan merakıyla bilinen Agatha Christie de Petra’ya gelmiş ve “Appointment with Death” (Ölümle Randevu) kitabını yazmış. 1938 de yayınlanan kitabın daha sonra 1988’de filmi de çekilmiş.
Saat 12:30’da toplamda 8 km yol yürümüş olarak başladığımız yere geri döndük. Bir ufak lokantada hafif bir öğle yemeği yedik ve minibüsümüzle tekrar yola çıktık. İstikamet Vadi Rum, yani Roma Vadisi. Vadi Rum’a 1.5 saat yolumuz varmış.
Devam edecek…
İlk bölümü okumak için tıklayın: https://medyagunlugu.com/urdunde-turk-izleri/
Not: Bu yazı ilk olarak noktakibris.com sitesinde yayınlanmıştır.