Tarihe baktığımızda, var olduğu günden beri bir şeye inanma düşüncesi insanla beraber
olmuş.
Nerede bir insan topluluğu varsa orada inanma düşüncesinden kaynaklanan bir din olgusu ortaya çıkmış. Birlikte yaşayan insanların birbirlerine karşı olduğu gibi kendilerine de bir takım sorumlukları, görev ve hakları vardır. İnsan hayatının doğumdan ölüme ve ölüm ötesine kadar her safhası inanmalarla ve din ile ilgili ritüellerle doludur. İnançların ve bunlarla ilgili ritüellerin ortaya çıkışında yaşanılan coğrafya ve bu coğrafyaya bağlı olarak ortaya çıkan hayat tarzı önemli bir rol oynar. İnsanın hep kendinden üstün bir şeyi ya da bir şeyleri kabul edip inandığını görürüz.
Dinler, kutsal fikre dayalı, mensuplarını bir potada eriten, topluluk içinde birleştiren inançlar, ibadetler, ritüeller, semboller ve pratikler olarak karşımıza çıkmaktadır.
İnanmak denince ilk etapta herkesin bir inanca, dine kayıtsız bağlı olması anlaşılıyor. Bu tür bir anlayış insanı herhangi bir kanıt veya veriye ihtiyaç duymadan doğru, dogmatik olduğunu kabul ettiği inançları kapsar. Koşulsuz teslimiyet ve inanma hissi vardır. Burada şunu ifade etmekte yarar var: İnanan insan bilerek, görerek ve doğruluğunu test ederek, bilimsel olarak ispatlayarak kabul etmemiştir. Birçok insan çeşitli dinlere, inançlara mensup, bu dinler uğruna propaganda ya da savaşlar yapıyor, kesin bilgi ve delillere dayanmaksızın çevrenin telkini ile doğup büyüdüğü toplumun inançlarını sorgulamaksızın savunuyor. Bütün dinlerin mensupları anneden, babadan, çevreden duyulanlarla dinini yaşamaya çalışıyor.
Bertrand Russel’ın dediği gibi, “İnsan kolay inanan bir canlıdır. Bir şeylere inanmak zorundadır. İnanmak için iyi bir sebep bulamadığında, elindeki kötü sebeplerle yetinir.”
İnanmak doğru olduğunu sanmaktır.
Her din kendi kutsal kitabında dile getirilen düşüncelerle, ayet ve metinlerle kendi gerçekliğini ifade eder. İnsanların mensup oldukları dine itaat edilmesini, dogmatik değerlerin sorgulanmamasını ister. Bütün dinler idealisttir. Sebebi ise din olgusunun gerçekler dünyasında düşüncede olması, bilincin dışında bir madde olarak evrende yer almasıdır.
Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın kutsal metinleri merkeze alınmak suretiyle inancın etki ettiği alanlara baktığımızda mimariden, estetiğe, sanata, edebiyata, örf, âdet ve geleneklerde, hukuki, siyasi, sosyal, kültürel, iktisadi ekollerde din her yerde var. İinsan uzun çağlar boyunca animizm (ruhçuluk), naturizm (tabiatçılık) ve totemizm (totemcilik) olarak nitelendirilen inanç sistemlerinin tesiri altında kalmış. Şintoizm’de, Konfüçyüsçülük’te, Caynizm’de vb. dinlerde ölümden sonra ahiret inancı yoktur.
Dinler tarihine baktığımızda bazı dinlerde ahiret inancı, insana dünyada ve ahiret ile ilgili sorumluluk kazandırır. Yeryüzünde kutsal olan semavi dinlerden ilkel dinlere inanan herkes kendilerini mutluluğa, refaha götürecek bir yolu takip eder. İnsanlar inandıkları dinin karakterini taşır.
İlk çağlardan beri insanların avcılık-toplayıcılık döneminden yerleşik hayata geçtiği dönemine kadar yaşamın içinde yer edinmiş olan din olgusu insanların sorunlarına, korkularına, çıkmazlarına cevap veriyordu. Günümüz dünyasında din insanlar arasında büyük uçurumlara sebep olmaktadır. Aslında ilahi dinler var olduktan sonra insanlar arasındaki uçurumların daha da artmasına sebep oldu. Herhangi bir dine mensup olan kişi inandığı dinin bakış açısını baz alarak diğer dinlere inanan insanlara ön yargılı hatta düşmanca bakabiliyor, din uğruna başkalarını öldürmeye kadar işi götürebiliyor.
Orta Çağ Avrupa’sına baktığımızda din ve kilisenin toplum üzerindeki etkisinin ne kadar büyük boyutlarda olduğunu görürüz. Bilimsel gelişmelerin, araştırmaların ve gerçeklerin dahi geçerliliğinin hiçbir önem taşımadığı bu dönemde tanınan tek gerçek vardı ve o da kilisenin ve buna bağlı olarak papazların, İncil’in gerçeğiydi.
Daha sonra coğrafi keşifler, Rönesans ve reformlarla Yeni Çağ’da düşünce biçimi gelişti. Bu çağ, akılcı ve bilimsel düşüncenin öne çıkarıldığı dönemdir. Artık gerçeğin ölçütü düşünce, bilim ve akıldı. Bu durum özgür düşünceyi pekiştirdi, hayatın gerçekliğinin sorgulanmasını sağladı.
Dinlerin ahlak ve maneviyat açısından birbirine eşit düzeyde olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. İngiliz din adamı yazar Charles Caleb Colton’ın dediği gibi, “İnsanlar dinleri üzerine münakaşa ve kavga ederler; dinleri üzerine kitaplar, yazılar yazarlar; dinleri uğrunda ölümü göze alırlar, dinleri uğrunda her şeyi yaparlar, dinlerinin emrettiği gibi yaşamaları dışında.”
İnsanın ruhi ve manevi hayatını dolduran, iç dünyasını, düşünce, duygu, davranış dünyasını düzenleyen, onu erdeme, ahlaka ve iyiliğe yönelten; yalnızlığını, sıkıntılarını gideren, dertlerine çare olan, ona güven duygusu veren, kurtuluşa erdiren bir din olgusu ile yaşamanız dileğiyle…