Türkiye’de her iktidar her şeyin kendileri iktidara geldikten sonra yapıldığını, eski dönemde ise hiçbir şeyin yapılmadığını ileri sürer. Günlük siyasi tartışmaların dışına çıkarak bu tavrın Türklere özgü bir gelenek olup olmadığına bakayım dedim.
İlkin Otmanlı*’ya baktım. Otman Bey Selçuklu sultanı hakkında ne düşünüyordu örneğin?
“Aşıkpaşazade’de anlatılan bir diyalog oldukça ilginçtir. ‘… Dursun Fakıh: Hanım Sultandan izin gerekir dedi. Osman Gazi dedi ki: Bu şehri ben kendi kılıcımla aldım. Bunda sultanın ne dahli var ki ondan izin alayım? Ona sultanlık veren Allah bana da gaza ile hanlık verdi. Eğer minneti şu sancak ise ben kendim dahi sancak kaldırıp kafirlerle uğraştım. Eğer o, ben Selçuk Hanedanındanım derse ben de Gök Alp Oğluyum derim. Eğer bu ülkeye ben onlardan önce geldim derse Süleymanşah dedem ondan önce geldi…’ Bu ifadesiyle Aşıkpaşazade, Osman’ın açıkça kendisini Selçuklu Sultanı ile aynı statüde gördüğünü ifade etmektedir. Yukarıda da sözü edildiği gibi Aşıkpaşazade dışında diğer 15-16. yüzyıl kaynaklarında, Osman’ın kökeni Selçuklu sultanları ile ilişkilendirilirken, burada açık olarak Selçuklu sultanı ile kendisini eş tutması ilgi çekicidir.”(1)
Görüldüğü gibi geçmişi reddetme ve tarihi kendisiyle başlatma tavrı yeni değil. Otman Bey’in kendisini Selçuklu sultanı ile eş değerde tutma tavrının nedeni ne olabilir? Halbuki Otman, beyliği de Selçuklu sultanından almıştır. “… Aşıkpaşazade’ye göre; … Sultan Alaeddin (III. Alaeddin, 1282-1303), Osman Bey’i varisi yapmış ve otorite sembolü olarak davul, sancak ve kılıç göndermiştir (1992: 13-14, 18).”(1)
“Neşri’nin anlatımına göre, Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad (1220- 1237) Anadolu’nun kuzeybatısındaki toprakları Ertuğrul’a bağışlamıştır. III. Alaeddin Keykubad (1282-1303) ise Ertuğrul’un oğlu Osman’a otorite sembolü olarak davul, sancak ve kılıç göndermiş; ölmeden önce de -çocuğu olmadığı için- Osman’ı varisi yapmıştır. Neşri, Selçuklular var olduğu sürece Osman’ın bu Hanedana hiç sadakatsizlik etmediğini ve topraklarını sadece gaza yoluyla genişlettiğini özenle vurgular.” (1)
Otman Bey’in aksine Otmanlı tarih yazıcılarınca başlarda kurulan Oğuz-Selçuklu-Otmanlı bağlantısı ilerideki yüzyıllarda değişir. Artık imparatorluk haline gelindiğinde Selçuklu geçmişi görmezden gelinmeye, kitaplarda anılmamaya başlar. Eh bunun da bir açıklaması olmalıdır. “Devletin gücünün hissedilmesi ile birlikte, Osmanlıların daha önce ihtiyaç duydukları ve kendilerini meşrulaştırdıkları tarihsel sürekliliği yadsıyarak, Osmanlılık bilincini öne çıkarmaya başladıkları kabul edilebilir. Bu bilincin altında yatan olgu ‘güç’ imgesi olmalıdır. Ancak bu şekilde ‘Osmanlı’, Türk ya da Selçuklu atıfları olmaksızın bağımsız olarak tanımlanabilir. Ancak özellikle vurgulanan güç imgesi ile birlikte unutulmaması gereken bir diğer nokta, Türk unsurlarına göre kurulan bir beyliğin zamanla pek çok etnik unsuru bünyesinde barındıran bir imparatorluğa dönüşmesi, hatta bu yeni etnik unsurların en üst bürokratik kademelerde bile etkin hale gelmeleri ‘Osmanlı’ kavramına atfın daha güçlü yapılmasında önemli rol oynamış olma ihtimalidir.” (1)
Alıntıdaki sav gerçeğin bir yüzü olabilir diye düşünüyorum. Belki de Türk tarihinde gücü ele geçiren yani bugünkü anlatımla iktidarı ele geçiren her kişi kendinden öncekileri küçümseyip, hiç olmamışlar gibi davranma hakkını kendinde görebiliyor. Belki bu bizde binlerce yıldır süren siyasi bir gelenek.
Cumhuriyeti kuranlar da Otmanlı’yı reddetti
Cumhuriyeti kuranlar da Otmanlı’yı köhne, gerici, çağdışı olarak niteleyip her şeyin kendileriyle başladığını iddia eder. “Kadınlar Otmanlı’da köle gibiydi, evden çıkamazdı, biz onların sokağa çıkmasına izin verdik, onlara eğitim hakkı verdik” savını örnek alalım isterseniz. Doğru muydu bu sav? Evet önceki dönemlerde kadınların hali pek parlak değildi ama 19. yüzyılda, hele Tanzimat dönemiyle birlikte çok şey değişti. Kadınlar örneğin eğitim hakkını almıştı. Yalnız eğitim hakkını almamış aynı zamanda kadın dergileri de yayımlamaya başlamıştı.
“Osmanlı toplumunda Tanzimat dönemiyle kadına verilen eğitim hakkıyla beraber kadınlar bilinçli bir şekilde hareket etmeye başlamışlar ve İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla beraber kadın hakları gittikçe etkinlik kazanmıştır.”(2)
“Kadınlar bu dönem çıkan dergilerde yazılar yazarak sorumluluk üstlenmişlerdir. Bu yayın organları ve dergiler arasında Kadın, Kadın Bahçesi, Kadınlar Dünyası, Kadın Hayatı, Kadınlar Duygusu, Kadın Kalb, Mehasin yer almaktadır. Meşrutiyet döneminde birden fazla kadın örgütü kurulmuştur. Kurulan dernekler farklı amaçlarla bir araya gelmişlerdir. Bunlar arasında hayır dernekleri olduğu gibi, feminist hedefleri olan dernekler de vardır. Kurulan derneklerin genel amaçları, kadınları eğitmek, onlara iş hayatında önemli görevler yüklemek ve sosyal hayata daha etkin bir şekilde katılmalarını sağlamaktır. Bu amaçla kurulan dernekler, İttihat ve Terakki Kadınlar Şubesi, Kadınları Esirgeme Derneği, Osmanlı Kadınları Terakkiperver Derneği, Teali-i Nisvan Cemiyeti, Müdafa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti ve Osmanlı Cemiyet-i Nisaiyesi’dir.” (2)
“Kadınlar Cumhuriyetle birlikte çalışma hayatında kendine yer buldu” savı da Kemalist tarih yazıcılarının en önemli savları arasındadır. Yani “eve kapatılmış olan kadınları biz evden kurtardık” demeye getirirler. Doğru mudur acaba bu sav? Gerçekten Otmanlı’da kadın eve kapatılmış ve burnunu bile dışarıya çıkartamayan esir hayatı mı yaşıyordu? Bakalım…
“2. Meşrutiyet dönemine kadar kadınlar sadece öğretmenlik görevlerini üstlenirken bu dönemde daha fazla iş hayatında yer almaya başlamıştır. Kadınların ticaret hayatında başarılı olabilmeleri için Ticaret Mekteb-i Alîsi adıyla, İnas Darülfünunu’nda bir şube açılmış ve burada kadınlara ticaret eğitimi verilmiştir. Kadınların çalışma hayatına teşvik ettirilmesi ile mesleki eğitim imkânları tanıtılmakta ve iş gücü açığının kadınlarla kapatılması amaçlanmaktaydı. Kadınlar için ilk kez bu dönemde tarlada çalışma fetvası verilmiştir. İkinci Meşrutiyet döneminde gün geçtikçe kadınların iş hayatında daha fazla yer aldığı görülmektedir. Çeşitli iş alanlarında, bohçacılık, çamaşırcılık, madencilik, pazarcılık ve ziraatta çalışan kadınların sayısı giderek artış gösterirken memur olmak isteyen kadın sayısı da çoğalmıştır. Bu dönemde kadınlar yayın organlarını iyi kullanmışlardır. Bedra Osman Hanım, telefon şirketine memur olmak için müracaatta bulunmuş fakat bu müracaatı kabul edilmemiştir. Bunun üzerine Müdafa-i Hukuk-ı İsvan Cemiyeti basın aracılığı ile bu olayı halka duyurmuş ve başlattığı kampanya ile Bedra Osman Hanım’ın işe alınmasını sağlamıştır. Bu olaydan sonra telefon işlerinde çalışan kadın sayısında artış olmuştur.”(2)
“Osmanlı cahildi, okuryazarlık düşüktü”
İkinci polemik konusu da okur yazarlık oranındadır. “Osmanlı cahildi, Cumhuriyeti kurunca okuryazarlık arttı” savı ne kadar doğrudur?
“Cumhuriyet istatistikleri 1927’de Türkiye’deki okur-yazar nispetini yüzde 8,1 olarak verir. Fakat bu sayı hayli problemlidir. Acaba kasıt Latin harflerini bilenler midir? Zira 1903 Maarif Salnamesi’ne (yıllığına) göre, 19.929.168 nüfusun, 1.375.511’i talebedir. Bu sayının 868.879’u da ilk mekteptedir. Şu halde nüfusun yüzde 5’i ilk mektebe devam etmektedir. Orta, lise ve yüksek tahsilde veya gayrı resmî mekteplerde okuyan, hususi ders alan talebeler de vardır. Memur sayısı yüz binleri bulur. 5-10 yaş arası çocuklar, nüfusun yüzde 10’u olduğuna göre, her iki çocuktan biri talebedir.
1903’teki topraklardan 1923’te T.C. elinde kalanlar üzerinden hesap yapılırsa nispet artar. Zira burada yaşayan 12.516.308 nüfusun, 981.442’si ilk mektep talebesidir. Bu da nüfusun yüzde 8’i eder. Yeni rejimin verdiği okuryazar nispeti, sadece ilk mektebe devam edenler kadardır. İstatistik mantığına göre geriye kalan nüfusun yarısının daha evvel mektebe gittiği düşünülecek olursa, okuryazar nispeti yüzde 50’den aşağı olamaz. Çeyreği gitmişse, bu nispet yüzde 30’lardadır. Şu halde iki istatistikten biri yalan söylüyor. Prof. Dr. Kemal Karpat, Sultan Hamid devri istatistiklerine dayanarak kaleme aldığı Osmanlı Nüfusu kitabında (s.449), Osmanlı Devleti’nde 1894 senesindeki okur-yazar nispetini yüzde 54 olarak verir…” (3)
“1908-1914 arası sadece İstanbul gazetelerinin günlük tirajı 100 binin epeyce üzerindedir. Taşra gazeteleri de canlıdır. 1928’de İstanbul ve Ankara gazetelerinin (zaten yeni rejim, yüzlerce gazeteden sadece üçüne izin vermiştir) tirajı 19.700’dür. Bu, Osmanlı devrinden daha düşük bir seviye demektir.” (3)
Otmanlı Müslüman toplumunun okuryazar oranı ile gayrimüslim nüfusun okuryazar oranı tabii ki farklıdır. Ancak buna ilişkin herhangi bir veri yoktur. Ancak şöyle bir sonuç çıkarılabilir ki ne Kemal Karpat’ın çıkarsamaları kesin doğrudur ne de Otmanlı döneminde Müslümanların okuryazarlık oranı ancak yüzde 10’du rakamı kesin doğrudur. Çünkü bunu da kanıtlayacak belgeye sahip değiliz. 1927’de yapılan ilk nüfus sayımına göre çıkan sonucu tüm Otmanlı dönemine uygulamak yanlış olacaktır. Bu yüzden Kemalist tarihçilerin ileri sürdüğü Otmanlı’nın yalnızca yüzde 10’u okuryazardı savı da belgeye dayanmamaktadır.
Gazete tirajlarından bir sonuca varmak da mümkün değildir çünkü Otmanlı’da İstanbul’da satılan gazetelerin kaçının Müslümanlar tarafından okunduğunu bilemiyoruz, böyle bir istatistik rakam yok. Ama görülen o ki yalnızca İstanbul’da satılan gazetelerin tirajı 100 binmiş ve Cumhuriyetten sonra yayımlanmasına izin verilen yalnızca üç gazetenin tirajı ise 19.700 imiş. Cumhuriyet döneminde muhalif gazetelere de izin verilseydi toplam tiraj ne olurdu bunu da bilemiyoruz.
Memur sayısına bakarak bir çıkarsamada bulunabilir miyiz diye de araştırdım ama ancak bir tane rakam bulabildim. Tam olarak hangi yıla ait belli değil yine de. Son döneme yani 1909’a ait olma ihtimali zayıf, sanki 2. Meşrutiyet’ten sonraki duruma uygun bir oran gibi duruyor.
“II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) istihdam edilmiş mülkiye memurlarının toplam sayısı 35 bin olarak hesaplanmaktadır.” (4)
Niye ihtimali zayıf gördüm, çünkü şöyle bir bilgiye rastladım.
“İttihat ve Terakki devrinde ise Babıâli; 1908-1909 tasfiyelerinden sonra dahi, 1789’da olduğundan çok daha büyük ve karmaşık bir örgüt idi. Başlıca daireleri, gittikçe diğer modern bürokrasilerin dairelerine benzer bir görüntü kazandı.” (4)
Otmanlı’da memurların çalışma koşulları epey rahatmış. Eh maaş az ama olsun çalışma da ağır değil hani…
“Arşiv belgeleri, yemek veya namaz aralarına ilişkin bilgilerden yoksun olmakla birlikte, 18. yüzyılın sonundan II. Abdülhamid devrinin sonlarına kadar uzanan süreçte Osmanlı memurlarının ortalama çalışma süresinin 8 ila 9 saat arasında değişmekte olduğu görülmektedir. Klasik bürokrasi düzeninden uzaklaştıkça bu sürenin azaldığı görülmektedir. Çalışma saatlerinin imparatorlukta daima bir kaygı konusu olduğuna vurgu yapan C. V. Findley, mesainin kısa olmasını ve bir düşüş eğilimi göstermesini, resmî kurumların çoğalmasıyla zaten şişkin olan memur sayısının gittikçe artması ve dolayısıyla iş hacminin daralması ile açıklamaktadır. Ona göre dairelerdeki iş yoğunluğu dönemden döneme değişmekle birlikte, bugünün uluslararası standartlarına göre pek ağır değildir. Çünkü Tanzimat Dönemi’nde dahi resmî işlerin hacmindeki artış henüz birçok memurun 7 veya 7,5 saati işlerine hasretme noktasına henüz ulaşmamıştır. Hatta Ramazan ayı dışında dahi zorunlu mesainin 5 saatin altına düştüğü olmuştur.” (4)
Bitmeyen tartışma: Otmanlı’da kadınlar 2.sınıftı
Otmanlı döneminde kadınların mahkemelerde ikinci sınıf insan gibi muamele gördüğü, hatta mahkemeye bile gidemediği savı da yanlıştır. Bu alıntıyı bizzat Türkiye Barolar Birliği dergisinden yapıyorum.
“Osmanlı hukukunda kadın hak ve fiil ehliyetine sahiptir. Hak ehliyeti ceninin sağ ve hür doğmasıyla kazanılır. Fiil ehliyetinin şartları ise, temyiz kudretine sahip olma, baliğ olma ve reşit olmadır. Hak ve fiil ehliyetinin kazanılmasında cinsiyetin bir önemi yoktur. Hak ve fiil ehliyetine sahip bir kadın, erkekler gibi her türlü hukuki işlemi yapabilir. Evlilik kurumu da Avrupa hukukunun aksine kadının ehliyeti üzerinde herhangi bir etki doğurmaz. Kadınların maddi varlıkları evlendiklerinde sona ermez veya kocalarının mülkiyetine geçmez. İslam-Osmanlı Hukukunda evlilikte mal ayrılığı rejimi kabul edilmiştir. Kadınlar mal varlıkları üzerinde kocalarının iznine ihtiyaç duymadan her türlü tasarrufta bulunabilirler. Hak ve fiil ehliyetine sahip olmanın sonucu olarak kadınlar davada taraf da olabilmişlerdir. Kendileri davalarını takip edebildiği gibi, istedikleri kişileri de davalarında vekil tayin edebilmişlerdir.” (5)
Kadınların kurduğu partiye Kemalist rejim izin vermedi
Cumhuriyet’in ilanına beş kala kadınlar bir parti kurdu. Ancak bugün kadın haklarını biz verdik diye övünen Kemalistler parti kuruluşuna izin vermedi. Bu partinin kuruluş dilekçesi Cumhuriyet Halk Fırkası bile kurulmadan önce verildi ancak sekiz ay bekletildikten sonra ret yanıtı aldı kadınlar. Çünkü kadınlar henüz seçme ve seçilme hakkına sahip değildir. 1923’te Kemalistlerin kabul ettiği seçim yasasına göre yalnızca erkekler seçme ve seçilme hakkına sahipti, tıpkı Otmanlı’daki gibi.
“1923 yılında ise Nezihe Muhiddin tarafından Kadınlar Halk Fırkası kurulmuştur. Partinin amacı kadınların sosyal, ekonomik, siyasi haklarının sağlanmasıydı. Ancak, halk fırkası kurulmadan kadınlar halk fırkası kurulamayacağı, teşebbüslerini dernek olarak devam ettirebilecekleri gerekçesi ile partinin kurulmasına izin verilmemiştir. Bunun üzerine yine Nezihe Muhiddin’in önderliğinde kadınlara sosyal ve siyasal haklar verilmesi amacıyla 1924 yılında Türk Kadınlar Birliği kurulmuştur.” (5)
Gerekçe olarak gösterilen halk fırkası kurulmadan kadınlar halk fırkası kurulamayacağı savının da kadınları baştan savmak için uydurulduğu bellidir. Çünkü CHF’nin 1923’te kurulmasına rağmen kadın partisi için “artık kurabilirsiniz” denmemiştir. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı 1930’da verilmiştir. Ancak önce belediye seçimlerine katılma sonra muhtar seçme ve seçilme ve köy ihtiyar heyetlerine seçilme ve seçme hakkı verilmiştir. Milletvekili seçme ve seçilme hakkı 1930 tarihli yasada yine yoktur.
Bunun üzerine kadınlar seçme ve seçilme hakkının alınamayacağını görmüş ve bu amaçla 1934 yılında TBMM’ye bir yürüyüş gerçekleştirmiştir. Bu eylemden sonra Mustafa Kemal kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi için yasal düzenlemelerin yapılması emrini vermiştir. Kuşların bile izin almadan uçamadığı bir dönemde kadınların rejimin izni olmadan böyle bir eyleme kalkışmaları düşünülemezdi elbette. Yine de hak haktır ve rejim de bu hakkı tanımıştır. Ancak Kemalistlerin iddia ettikleri gibi dünyada kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanıyan ilk ülke Türkiye Cumhuriyeti devleti değildir. Türkiye Cumhuriyeti bu hakkı veren dünyadaki 28. ülkedir. (5)
Herkese keyifli günler.
Fotoğraf: Otmanlı’da kadınlar hakları için mücadeleye başlamıştı.
* Osman adlı bir bey olmadığını onun adının Otman olduğunu bir yazımda açıklamıştım. Alıntılardaki Osman sözcüğünü bilinçli olarak olduğu gibi bıraktım.
KAYNAKLAR
1-https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/214881, Sema GÜNDÜZ, Uludağ Üniversitesi FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ Yıl: 10, Sayı: 17, 2009/2
2-https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/49985, Harun Aydın, Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Ağrı, Türkiye, Curr Res Soc Sci (2015), 1(3),sf. 84-96.
3-https://www.ekrembugraekinci.com/article/?ID=447 , Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci.
4-https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/13418, OSMANLI DEVLET DAİRELERİNDE MESAİ KAVRAMI VE UYGULAMASI (18.-20. YÜZYILLAR) Ahmet Yüksel. Osmanlı Bilimi Araştırmaları, XVI/1 (2014): 19-49.
5-http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2017-2017-1728, Berna Yürüt.