Öncelikle Hatay adının nereden geldiğine bir göz atalım. Hatay, halk etimolojisinin benzettiği gibi sınır hattındaki Ay şehri anlamındaki ‘Hat+Ay’dan gelmez.
Hatay adının en eski kullanımı Geç Hitit Beyliklerine kadar uzanmaktadır. Milattan Önce (MÖ) 1.200’lerde Amik Ovası’nda kurulan Hattena Krallığı’nın adından esinlenerek, Hatay adı 1936 yılında Atatürk tarafından verilmiştir.
Miletli hemşehrimiz Thales, depremlerin oluşumunu doğaüstü güçlere bağlama konusuna kuşkuyla yaklaşan ve yerdeki sarsıntının bir doğa olayı olduğunu savunan ilk kişidir. Aristoteles ise depremleri dünyanın alt katmanlarında oluşan hareketlerin yeryüzüne yansıması olarak görmüş ve doğa olayı çerçevesinde açıklamaya çalışmıştır.
Tarihte Akdeniz’in çeşitli yerlerinde ve Hatay’ın bulunduğu bölgede çok sayıda yıkıcı depremin olduğunu antik kaynaklardan öğreniyoruz. Taş üstünde taş bırakmayan yıkım gücü yüksek bu depremler, kadim yerel uygarlıkların çöküşünde belirleyici bir rol oynamıştır.
Kavimlerin ana yurtlarından göç etme kararını tetikleyen iki ana faktör vardır. Bunlardan ilki itici faktörlerdir: Savaşlar, ekonomik sıkıntılar, siyasi huzursuzluklar, iklim değişikliği, yiyecek ve su kıtlığı gibi itici faktörlerin tarihte birçok göç dalgası yarattığı biliniyor.
İkincisi ise çekici faktörlerdir: Bunlar; olası bir varış yerine göçü çekici kılan ekonomik ve siyasi istikrar, ılıman iklim, yiyecek ve su bolluğu gibi etkenler olabilir.
TOKİ Başkanlığı’nın yeni yerleşim yerinin fay hattına 500 metre uzaklıkta kurulacağını açıkladığını haberlerde duyduk. Ama iyi de neden yalnızca 500 metre? Fay hattından ne kadar uzaklaşırsak o kadar iyi değil mi? Nitekim Antakya’daki deprem yüzlerce kilometre uzaktaki Antalya’da da hissedildi.
Coğrafyamızda geçmişten gelen güçlü bir deprem hafızamız olmasına karşın neden fay hatlarından uzaklaşamıyoruz? Yeni yıkımlarla karşılaşma potansiyeli yüksek olmasına karşın neden sorunlu noktanın dibinde yerleşim kurmayı sürdürüyoruz?
Antakya depremlerinde bugüne dek yüz binlerce yaşam yok olmuş ama nedense kent ısrarla aynı yerde kurulmuş. Antakya Müze Otel’de kentin alt katmanlı görülebiliyor.
Ekonomik ve sosyal açıdan insanları bölgeye bağlayan, hayatta kalanları kenti aynı yerde yaratmaya motive eden “dayanışma içgüdüsü” gibi güçlü bağlar olmalı.
Kültür antropolojisi bakış açısıyla, acaba bu ısrarda atalar kültünün izleri olabilir mi diye de merak ediyorum. “Ata yadigârı toprakları terk edip başka yere gidemem, aile büyüklerinin mezarları da burada” tezi elbette anlaşılır.
Ancak bu bölgede büyük depremlerin yaşandığını ve gelecekte de yaşanacağını göz önünde bulundurarak daha rasyonel kararlar almakta yarar var. Doğduğumuz topraklarla olan sosyoekonomik, kültürel ve duygusal bağları bilimsel düşünce ile sorgulanmanın zamanı gelmiştir.
Dünyanın en anlamsız işlerinden biri bilimle çatışmaktır. Öncellikle Hatay özelinde yerleşim yerinin değişimi bilimin öncülüğünde ele alınmalıdır. Bunu yapmaya yetkisi ve gücü bulunan otorite bir an önce “dediğim dedik, çaldığım düdük” duruşundan vazgeçip bilimi rehber edinmelidir.
Eski Antakya depremleri hakkında Wikipedia adlı açık kaynaktan öğrendiklerimi paylaşıyorum.
• 13 Aralık 115 tarihinde Hatay Antakya’da yaşanan depremde 260 bin insan yaşamını yitirmiş.
• 342 yılındaki Antakya depreminde kayıp sayısı 40 bin.
• Eylül 458’deki korkunç depremde kayıp 250 bin ile 300 bin arasında olmuş.
• Mayıs 526’da yaşanan Antakya depreminde bu kez 60 bin can kaybedilmiş.
• 29 Kasım 1114’te Antakya’yı da vuran Maraş merkezli depremde on binlerce can kaybı yaşanmış.
• 5 Eylül 1822 tarihinde yaşanan ve Halep’ten Kıbrıs’a kadar geniş bir alanı etkileyen depremde 20 bin can yitirilmiş.
Deprem bölgesinde bazı belediyelerin ayrımcılığa uğradığı yönünde duyumlarımız var.
Devleti yönetenlerden en azından yaralarımızı sararken ayrımcılık yapmamalarını, yeniden yapılanma sürecinde de ülkedeki tüm inşaat şirketlerine eşit davranmalarını rica ediyoruz.