Türkler acaba beş yüz yıldır bazı geleneklerini yaşatmışlar mıdır? Bunu kontrol etmek çok zor farkındayım ama ben çok basit bir yolunu buldum galiba.
Önce bir yüksek lisans tezi buldum, çok değerli bir çalışma. Balkanlar’dan Türkiye’ye getirilip Kütahya’ya yerleştirilen göçmenlerin gelenek göreneklerine ilişkin. “Kütahya Balkan göçmenlerindeki Halk İnanışlarının Dinler Tarihi Açısından Değerlendirilmesi” başlıklı tez çalışmasında M.Kürşad İmren Kütahya’ya yerleştirilen göçmenlerinin çoğunun Bulgaristan göçmeni olması nedeniyle onlar üzerine yoğunlaşmış. Bulgaristan en erken Osmanlı topraklarına katılan yerlerden biri. 1389 yılındaki Kosova Savaşıyla bu topraklar Osmanlı egemenliğine girdi. Ama Türklerin Balkanlar’a girmesi çok daha önce Hunlar vasıtasıyla oldu. Atilla’nın devletinden önce 380 yılında Hunlar Balkanlar’da egemenlik kurmaya başlamıştı tabii diğer müttefikleri Germenler, Slavlar ve Sarmatlarla birlikte.
Aslında bir Türk boyu olan Bulgarlar Slavlaşmadan önce 7.yüzyılda bugünkü yerlerine gelmişti.
11.yüzyılda Peçenek ve Uzlar gibi Türk boyları da Balkanlar’da yerlerini almıştı ama sonradan Slavlar içinde eriyip gittiler. Onlara 13 ve 14. yüzyıllarda Kumanları/Kıpçakları da katmak gerekiyor.
Anadolu’dan Balkanlar’a Türkler geldiğinde takvimler 1260 yılını gösteriyordu. Anadolu’dan gelen Müslüman Türkler, kendi din ve kültürlerini saklamayı başardı. İlk yerleşme, 1261’de Moğollardan kaçıp Bizans’a sığınan Selçuk Sultanı İzzeddin Keykavus’la gerçekleşti. Moğol idaresinden kaçan otuz-kırk Türkmen obası, kutsal kişi Sarı Saltuk Baba ile İzzeddin Keykavus’un yanına gelmiş ve Bizans imparatoru tarafından Kuzey Dobruca’ya yerleştirilmişti. (1263).
Görüldüğü gibi Balkanlar’a Türklerin girişi fasılalar halinde ve yüzyıllar içinde çeşitli boylar aracılığıyla olmuş. Onun için ilk yerleşim olayını burada kesip dönüş olayına bakalım.
Kütahya’ya önce 1877-78 yani bizde bilinen adıyla “93 Harbi” sonucunda göçmenler yerleştirilmeye başlanmış. Bu harpte yenilen Osmanlı güçleri Balkanlar’dan çekilmeye başlayarak orada bulunan Türk kökenli insanları korumasız bırakmıştır. Çok sayıda insanın can verdiği bu savaşlar ve sonrasındaki göçler sırasında yalnız Kütahya’ya değil Anadolu’nun birçok iline göçler olmuş ve göçmenler Osmanlı sınırları içinde kalan yerlere yerleştirilmiştir.
Balkanlar’dan ikinci göç dalgası ise Balkan Savaşı’nın çıkmasıyla gerçekleşmiştir. “7 Kasım 1906 tarihli bir belgede, Altıntaş nahiyesinin Obüs Pınarı isimli mevkiine yerleştirilecek muhacirler için evler yapılmakta olduğu kayıtlıdır. Diğer taraftan Balkan savaşlarından sonra da bu bölgeden gelen muhacirlerin bir kısmı yine Kütahya yöresinde iskân edilmiştir.”
Biraz sonra okuyacağınız satırlar Kürşad İmren’in Kütahya’da yaptığı alan çalışmasında kadınlara yönelttiği sorulara verilen yanıtlardan oluşmaktadır.
Girişte söz ettiğim geleneklerin yaşatılıp yaşatılmadığına ilişkin iddiam ise şöyle ortaya çıktı: Mahallemde oturan bir ailenin en yaşlı üyesi olan (83 yaşındaki Birsen Ablamız) Birsen Tevfikoğlu 70’li yılların ikinci yarısında Bulgaristan’dan göçenler arasındaydı. Ona yüksek lisans tezinde yer alan halk inanışlarını sordum. Çek (check) etmek için değil tabii, ne kadarından haberi vardı ve bu halk inançlarını duymuş muydu? Çünkü kendisi bir öğretmendi, kırsal kesimde pek yaşamamıştı ve bunların tümünden haberi olmaması çok doğaldı.
Anladığım kadarıyla teze yanıt veren kadınlar düşük gelir grubuna sahip ailelerden geliyordu. Bu da yanıtlardan belli oluyordu zaten.
Birsen Hanım’a yüksek lisans tezinde yer alanları teker teker okudum -tabii alıntılayacağım kısa bölümdekileri- ve duyup duymadığını sordum. Söyleşimize kızları Ayla ve Leyla da katıldı. Onların da annelerinin hatırlamasında yardımcı ettiği anlar oldu, kendilerine teşekkür ediyorum.
Birsen Hanım’ın en önemli katkısı Bulgaristan’ın kuzeyindeki Türklerin farklı, güneyindekilerin farklı geleneklere sahip olmasını söylemesiydi. Yani Bulgaristan’daki Türklerin tümü aynı gelenek ve göreneklere sahip değil tabii ki benzeşenleri var, benzemeyenleri var. Bir de kuzeyde Alevi Türkmenler de yaşıyordu.
Verilen yanıtlara bakıldığında gerek Bulgaristan’daki Türklerin gerekse Anadolu’daki Türkmenlerin ucu Şamanizm’e giden geleneklere sahip oldukları görülüyor.
Alıntıdaki bazı sözcükleri “kalın” (bold) yaptım, bunlar Birsen Hanım’ın onayladığı yani “evet biz de böyle yapardık” dediği şeyler. Bazen de araya girip yalnızca onun söylediği şeyleri paylaştım ki bunu da açıkça belirttim. Birtakım satırları ise “kalın” yapmadım çünkü sizin de okurken anlayacağınız gibi zaten olması gereken şeyler bunlar. “Çocuk doğduktan sonra göbeği kesilir ve bağlanır. Yıkanıp, kundağa sarılır ve annesinin kucağına verilir“ gibi.
İsterseniz başlayalım.
Doğum öncesi inanışlar
Çocuğu olamayan kadınların hamile kalması için birtakım uygulamalar yapılmaktadır. Bunlardan halk hekimliği çerçevesinde yapılanlar arasında acı biber, maydanoz, kiraz yaprağı, sapı ve çekirdeği kaynatılarak bu suyun buğusuna oturtmak gelmektedir. Yine halk hekimliği çerçevesinde bel çektirtmek ve bele kupa koymak da kısırlık tedavisinde uygulanan yöntemlerdendir. Bu yöntemlerin kadın hastalıklarına iyi geleceğine inanılır. Dinsel ve büyüsel uygulamalar çerçevesinde çocuğu olamayan kadınlar türbe ve yatırlara giderek orada adakta bulunur. Yanlarında getirdikleri oyuncak bebekleri türbe duvarına sürerek ve asarak türbeden medet umarlar. Bunun yanında hocalara veya büyücü denilen kişilere gidilerek okuma veya muska yaptırılmaktadır. Maddi imkânları yerinde olan göçmen aileleri önceliği tıbbi tedavi yöntemlerine önem verdikleri görülmektedir.
Hamile kadının karnı sivri ise erkek, kalça kısmı genişlemişse kız olacağı şeklinde tahmin edilir. Hamile kadın genellikle acı, ekşi ve baharatlı yiyeceklerden uzak tutulur. Bu durum halk arasında “Ye ekşiyi, doğur Ayşe’yi” tekerlemesi ile ifade edilir. Buna karşılık aşeren kadına tatlı yiyecekleri yemesi önerilir. Bu durum da halk arasında “Ye tatlıyı, doğur tatlıyı” tekerlemesiyle ifade edilmektedir. Hamile kadının yüzünde lekeler ve çiller oluşursa kız, yüzü pürüzsüz ve güzel olursa erkek olacağına inanılır.
Birsen Tevfikoğlu: Hamile kadın ekşi ve acı yerse çocuğu erkek, tatlı yerse kız olur. Annenin güzelliğini kız alır bu yüzden anne çirkinleşir derlerdi.
Aşeren kadının herhangi bir isteği olursa bu istek mutlaka yerine getirilir. Aksi takdirde hamile kadının düşük yapacağına, sütünün kesilebileceğine, göğüslerinin şişeceğine ve erkek çocuğa hamile ise erkeklik uzuvlarının şişebileceğine inanılır. Eğer aşeren kadına istediği şeyi bulup getirmek mümkün değilse hamile kadınlara avucu yalatılıp daha sonra ellerini göğüslerine sürdürülür. Bu hamile kadına ve doğacak olan çocuğuna gelebilecek tehlikelerden ve rahatsızlıklardan korunmuş olduğu inancından kaynaklanmaktadır.
Balkan göçmenlerinde hamile kadın özellikle hamileliğin ilk üç ayı içerisinde yabancı erkeklere gözükmemeye çalışır. Bu durum göçmenler arasında ayıp ve günah olduğuna inanılır. Ayrıca hamile kadın özellikle ilk üç ay içerisinde kime dikkatli ve sık bakarsa doğacak olan çocuğun o kimseye benzeyeceğine inanılır. Bu nedenle güzel şeylere bakması; çirkin ve hoş olmayan şeylere bakmaması istenir.
Hamile kadına hamileliği süresince hayvan sevdirilmez ve baktırılmaz. Baktığı zaman çocuğunun yüzünün o hayvana benzeyeceği inancı vardır. Hamile kadının yüzüne ayva sürülür. Bunun çocuğun yüzünü güzel ve gamzeli yapacağına inanılır. Hamilelik boyunca hamile kadına çilek yedirilmez. Çünkü doğacak olan çocuğun yüzünde çillerin ve lekelerin oluşacağı inancı vardır. Hamile kadın ciğer, üzüm, dut, böğürtlen gibi yiyecekleri eline alıp yıkamadan vücudunun herhangi bir yerine dokundurursa doğacak olan çocukta dokundurduğu yerde kırmızı benlerin oluşacağına inanılır. Birsen Tevfikoğlu: Kadın bunu birisinden çalarak yaparsa leke kalır inancı varmış.
Ayrıca hamile kadın, kayınvalidesi ile beraber kalıyorsa, canının çektiği bir yiyeceği yerken kayınvalidesinin geleceği korkusuyla yediği yiyeceği vücudunun herhangi bir yerine dokundurursa doğacak olan çocukta dokundurduğu yerde benlerin(/lekelerin) oluşacağına da inanılır.
Doğum esnasındaki inanışlar
Günümüzde Kütahya ve köylerindeki göçmenler doğumlarının çoğunu hastanede yaptırmaktadır. Nadiren de olsa kırsal kesimde “ebe kadın” adı verilen doğum konusunda uzman ve deneyimli kadınlar tarafından doğum yaptırılmaktadır.
Doğum sırasında doğumu kolaylaştıracak bir takım yöntemler vardır. Doğum sırasında doğum yapacak kadına zemzem suyunun içirilmesi, kadının saç örgülerinin çözülmesi, dua okunup üflenen oklavanın doğum yapan kadının eline verilip sımsıkı tutturulması ve bu işlemin doğum bitinceye kadar devam ettirilmesi gibi yöntemler vardır.
Çocuğun doğumu gerçekleştikten sonra doğum odasında bulunanlardan birisi babaya çocuğunun olduğunu müjdeler ve bahşiş ister. Bu sevinçli haberi alan baba müjdeyi veren kişiye bir hediye verir. Bu hediye genellikle para cinsinden olmakla birlikte mendil, havlu da olabilir.
Doğum sonrası inanışlar
Çocuk doğduktan sonra göbeği kesilir ve bağlanır. Yıkanıp, kundağa sarılır ve annesinin kucağına verilir. Doğum yapan kadından “ağız” denilen ilk süt gelir. Anne mutlaka bu sütü çocuğuna emzirmelidir. Aksi takdirde ağız sütünü emmeyen çocuğun ileriki yaşlarda zayıf ve güçsüz olacağı inancı vardır.
Çocuğun ismi konulacağı zaman yörede bulunan bir din görevlisi, dindarlığı ile bilinen bir kişi veya çocuğun dedesi, amcası, dayısı gibi akrabalarından birisi çağrılır. Çocuğu kucağına alır ve kıbleye dönerek çocuğun sağ kulağına ezan okuyarak üç kere adını söyler. Daha sonra sol kulağına kamet getirilip (farz namazlardan önce, namazın başladığını bildiren ve ezan lafızlarına benzeyen sözlerdir, M.G.) çocuğun adını üç kere söyleyerek ad konulmuş olur. Çocuğa genellikle aile büyüklerinden birinin adı konulur. Adı konulan aile büyüğü yaşıyor da olabilir, ölmüş de olabilir. Eğer çocuk mübarek gün, ay ve gecede doğmuş ise, o gün, ay ve gecenin adı çocuğa isim olarak verilebilir.
Kütahya Balkan göçmenlerinde doğan her çocuğa “göbek ad” koyma geleneği vardır. Genellikle bu ad göbeği keserken ebe kadın tarafından konulur. Göbek adın konulmasının en önemli sebebi mahşerde kişinin bu ismiyle çağrılacağına inanılır.
Göbek ad aile fertleri tarafından beğenildiyse nüfus kaydına geçirilir. Bazen göbek ad, nüfus kaydındaki asıl adın önüne geçerek toplum içerisinde ömür boyu kullanıldığı görülür.
Çocuğun göbeği bir hafta içerisinde kuruyup düşer. Düşen göbek bağı parçası rastgele bir yere atılmaz. Çünkü göbek bağının bir yere gömülmesinin çocuğun gelecekteki meslek seçimini etkileyeceğine inanılmaktadır. Kızlarının iyi bir ev hanımı olması için, anne ve baba genellikle kız çocuklarının göbeğini evin bahçesine gömer. Anne ve baba, oğullarının ileride memur, öğretmen veya okumuş biri olmalarını isterlerse oğullarının göbeğini okul bahçesine, dindar bir kişi olmasını istiyorlarsa caminin avlusuna gömer.
Kütahya’daki Balkan göçmenlerinde çocuk doğduktan sonra yıkanır ve ayrıca daha sonra bir hafta içinde tuz ile el, ayak parmak aralarına, koltuk altlarına ve vücuduna ovulur. Bu tuz ile ovalama işleminin amacı çocuğun çok terlememesi ve terinin kokmaması için yapılır.
Doğumun yirminci gününde baba çocuğu yakın bir akrabasına götürür. Bu gezmede yemekler hazırlanıp gelen misafirlere ikram edilir. Kuran okunur ve dualar edilerek dağılırlar. Buna halk arasında “yarı kırkı” denilir.
Birsen Tevfikoğlu: Yirminci günde annesi bebeği alıp anneanneye ve babaanneye götürür. İkramlarda bulunulur. Buna yarı kırkı denir.
Çocuğun anneannesi doğumun kırkıncı gününde akrabalarını, komşularını ve dostlarını evine davet eder. Bu törene halk arasında “kırk uçurma” denilir. Kırk uçurmada çocuk özel hazırlanmış bir su ile yıkanır. Suyu ölçmek için kaşık, bardak yerine içi boşaltılmış yumurta kabuğu kullanılır.
Birsen Tevfikoğlu: Suyun içine 41 parça yumurta kabuğu, 41 tane küçük taş, 41 tane kibrit çöpü ve maddi durumuna göre altın parçası atılır.
Bir kaba kırk yumurta kabuğu su, kırk tane arpa, kırk tane mevsimine göre çiçek konulur. Çiçek bulunmazsa bir ağaç parçası, altın yüzük, madeni para veya iğne atılabilir. Bazı göçmen köylerinde bu suya kerpiç parçası koyarlar. Su iyice karıştırılır ve bu su ile çocuk yıkanır. Leğen içerisinde biriken su ayakaltı olmayan bir duvar dibine dökülür. Bu işlem bittikten sonra çocuğa getirilen hediyeler verilir. Genellikle hediyeler altın ve para cinsinden olur.
Birsen Tevfikoğlu: Yumurta da verilir.
Kayınvalideler de çocuğun anne ve babasına almış oldukları hediyeleri verirler. Misafirlere yemek ikram edildikten sonra çocuğun hayırlı ve uzun ömürler geçirmesi için dualar edilir ve mevlit okunur.
Doğumun kırkıncı gününe kadar anne ve çocuğu evde yalnız bırakılmaz. Anne ve çocuk yalnız bırakılırsa cinlerin onlara musallat olacağına ve herhangi bir hastalığın onlara illet olacağına inanılır. Bazı göçmen aileleri bu tehlikelerden korunmak için annenin şalvar bağına ve çocuğun kundağına kırk gün boyunca bir demir parçası, çivi, anahtar, bıçak gibi metal eşya bağlar; bulundukları odaya da Kuran-ı Kerim ve çörek otu koyarlar. Bebeği görmeye gelenler lohusa kadının yanında uzun süre oturmaz.
Lohusa kadın evden yalnız başına çıkmaz, özellikle de öğlenden sonraları dışarıya çıkmaz. Ancak yanında bir kişi bulunursa dışarıya çıkabilir.
Birsen Tevfikoğlu: Kayınvalidem derdi ki çocuğun bezleri kuruması için dışarı asılmışsa, gece karanlığı çökmeden toplayın, üzerine karanlık düşmesin.
Bütün bu tedbirlerin sebebi lohusa kadının yabancıların nazarlarından korumak içindir. Nazar değmesinden korkulduğundan yeni doğan çocuk herkese gösterilmez. Nazar değmemesi için mavi boncuk ve çörek otu, hurma çekirdeği, üzerlik otu bir bezin içine konulup muska yapılır ve çocuğun yakasına takılır. Eğer bebeğe nazar değmişse kurşun dökülür, üzerlik otu yakılarak çocuğun üzerinden gezdirilir. Ayrıca nazar değen çocuğun annesi çocuğun yüzünü ellerinin tersi ile üç kere yıkar, ıslak olan elini üç kere odaya doğru “kış, kış” diyerek sallar. Daha sonra çocuğunun yüzünü eteğinin ters yüzü ile siler. Bununla cinlerin oradan uzaklaştığına ve çocuğun nazardan kurtulduğuna inanılır.
Çocuğun saçı doğduktan kısa bir süre içinde kesilir. Kesilen saç tartılır ve fakir ve yoksula ağırlığınca altın veya onun kıymetinde para verilir. Eğer saç doğumdan sonra kesilmemişse çocuğun saçı bir yaşına kadar kesilmez. Çocuğun tırnakları ise kırkı çıkıncaya kadar kesilmez. Kırkı çıkınca kesilen tırnak, babasının cebine konur ve karşılığında para alınır. Babadan alınan bu parayla çocuğa bir şeyler alınır. Ayrıca parmak aralarındaki pamukçuğu alınmaz. Pamukçuk çocuğun uykuluğu olarak yorumlanmaktadır. Eğer alınırsa çocuğun uykusunun olmayacağına inanılır.
Çocuğun diş çıkarması törenle kutlanan bir olaydır. Bu törene halk arasında “Diş Hediği” denilir. Çocuk ilk dişini çıkarırken dişlerini kolay çıkarması için buğday kaynatılır. Buğday ipe dizilerek çocuğun boynuna asılır. Bazı göçmenler ise ilk diş çıktığında “sac kokutma” adı verilen hamur kızartması yapılır ve sokaktaki bir çocuğa, akraba ve komşulara dağıttırılır. Bu adetlerin amacı çocuğun rızkının bol ve bereketli olması, çocuğun dişlerinin sağlam ve düzgün çıkması içindir. Ayrıca çocuğun ağzındaki çıkan dişini ilk gören kişi çocuğa bir hediye alır. Çocuğun süt dişlerinden biri çıkarsa rastgele bir yere atılmayıp, kuşlar yerine getirsin diye evin çatısına atılır.
Kütahya Balkan göçmenleri arasındaki bir başka gelenek ise çocuk yürümeye başladığında yapılan “Adım çöreği” geleneğidir. Bu gelenek çocuk yürümeye başladığında çabuk ve düzgün yürüsün diye yapılmaktadır.
Birsen Tevfikoğlu: Buna biz tay poğaçası deriz.
Bu günde çörek yapılıp dağıtıldığı için bu merasime “adım çöreği” denilmiştir. Bu merasime yakın akrabalar ve komşuların kadınları davet edilir. Kadınlar toplandığı zaman bahçenin bir köşesinde veya köy fırınında ateş yakarlar. Çörek pişirmeye başlanır. Pişen çörekler bekletilmeden konu komşuya dağıtılmaya başlanır. Diğer taraftan da davet edilen misafirler kırk bir kere Yasin okur arkasından dua edilir. Çocuk güçlü ve kuvvetli olsun diye çocuğun sırtına taşıyabileceği kadar çalı çırpı bağladıktan sonra, ayaklarına “köstek” adı verilen adım atabileceği büyüklükte bir ip parçasıyla bağlanır. Ayakları bağlıyken çocuk biraz dolaştırılır. Bu arada kadınlardan biri “Ne kesiyorsun” diye sorduktan sonra akrabalardan biri “Köstek kesiyorum” der ve çocuğun ayağındaki ipi keser. Kösteği kesilen çocuk hızlıca yürüsün diye hızlı koşmaya çalışır. Orada bulunan kadınlar “Güle güle yürüsün” derler. Çocuğun kösteği kesildikten sonra çocuğun önüne içinde Kuran-ı Kerim, makas ve çörek bulunan bir tepsi getirilir. Çocuk tepsiden Kuran-ı Kerim’i alırsa okumuş adam, makası alırsa terzi, çöreği alırsa ekmekçi, kısacası hangi mesleği çağrıştıran eşyayı alırsa çocuğun ilerde o mesleği yapacağına inanılır. Daha sonra çocuğun sırtındaki çalı çırpılar alınıp çörek pişirilen ateşe atılır. Misafirlere yemek ve çörek ikram edilir. Sofradan kalkılırken bolluk ve bereket için dua edilir. Herkes çocuğun anne ve babasına “güle güle yürüsün” diyerek dağılırlar. Uzakta olup gelemeyenler varsa gelenlerle bu çörek onlara gönderilir.
Son söz
Şimdi tüm bunlara bakıp çocuk doğurmaktan vazgeçecek gençlere söylemek isterim ki bunlar eski uygulamalar. Öncelikle artık doğumların yüzde 97’si hastanelerde yapılıyor. (1)
Sonra bazı gelenekler sembolik olarak yaşatılıyor. Yani yukarıda okuduklarınız bugün bire bir yaşanmıyor. Gelenekler de bilimsellikten ne kadar uzaksa o kadar hızla terk ediliyor.
Yani korkmayın gençler!
Tabii çok da çocuk yapmayın, iki tane yeter.
Herkese keyifli günler dilerim.
KAYNAKLAR
M. Kürşad İmren, Kütahya’da yaşayan balkan göçmenlerinin halk inanışlarının dinler tarihi açısından değerlendirilmesi, yüksek lisans tezi, 2009, FIRAT ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI DİNLER TARİHİ BİLİM DALI
file:///C:/Users/SB/Downloads/240141.pdf
1- https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/774571
Ülkemizde; ev doğumları konusunda yeterli güncel veri bulunmamaktadır. Sağlık kuruluşunda gerçekleşen doğum oranı Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırmaları (TNSA)-2008’de %90 ve TNSA-2013’de ise %97 olarak bildirilmiştir. Ayrıca, evde doğum yapma eğiliminin yaşı genç, doğum sayısı fazla, doğum öncesi bakım sayısı az olan, kırsal alanda yaşayan, düşük eğitim ve refah düzeyine sahip kadınlarda daha fazla olduğu bildirilmiştir.