Dış politika çoğu zaman gerçeklerin değil, anlatıların savaştığı bir arenadır. Geride bıraktığımız hafta bu ilkenin adeta ete kemiğe büründüğü, tüm tarafların zafer ilan ettiği “mucizevi” bir barışa sahne oldu. Mısır’ın Şarm el-Şeyh kentinde, Gazze’deki kanı durduran ateşkes anlaşması imzalanırken, podyumda her lider kendi zaferini kutluyordu. Ancak bu parlak tablonun arkasında, bir davanın tasfiyesi, bir örgütün bitirilişi ve reel politiğin soğuk gerçekleri yatıyor.
Günün başrol oyuncusu, şüphesiz, egosunu hem Tel Aviv’de hem de Mısır’da tatmin eden Donald Trump’tı. İsrail Parlamentosu Knesset’te içi boş, mantık hatalarıyla dolu, bölge gerçekliğinden kopuk bir konuşma yaptıktan sonra, Şarm el-Şeyh’te dünya liderlerini bir ev sahibi edasıyla ağırladı. Trump’ın anlatısında savaşın da, barışın da mimarı kendisiydi. Bu, “savaşa da destek olduk, barışa da destek oluyoruz” cümlesiyle özetlenebilecek, kendi içinde çelişkili ama son derece pragmatik bir yaklaşımdı.
Peki, bu anlaşmayla kim ne kazandı, kim ne kaybetti?
Bu sorunun en net cevabı, kazananın tartışmasız bir şekilde Netanyahu ve İsrail olduğudur. Netanyahu, 8 Ekim 2023’de ne vadettiyse, neredeyse tamamını gerçekleştirdi. Yıllardır kangren haline gelen Filistin sorunu dar bir alana, “Gazze ve Hamas sorununa” indirgendi. Hamas’ın askeri ve siyasi varlığı fiilen sona erdirildi. Direniş ekseninin sponsoru İran’a gözdağı verildi ve Hizbullah’tan Yemen’e kadar tüm vekil güçler bir kapana kısıldı. Arap dünyası, özellikle Körfez monarşileri ve Mısır, Gazze’deki insanlık dramına vicdani tepkiler gösterse de Hamas’ın yok edilişini hayırhah bir şekilde izledi.
Kaybedenler listesinin başında ise sivil halk, kadınlar, çocuklar ve yerle bir edilen Gazze var. Filistin davası adına masada ne iki devletli çözüm, ne başkenti Doğu Kudüs olan bir devlet, ne de 1967 sınırlarına bir atıf kaldı. Aksine, Gazze’nin yönetimi, sabıkalı bir isim olan Tony Blair liderliğindeki uluslararası bir komisyona devrediliyor. Bu, 100 yıl öncesine ait bir manda yönetimini andıran modelin, gelecekte işgal altındaki diğer topraklar için de bir örnek teşkil etme riskini barındırıyor. 7 Ekim saldırısının bilançosuna bakıldığında, kağıdın sol tarafında, yani kazanımlar hanesinde maalesef hiçbir girdi yer almıyor.
Bu denklemin en ilginç aktörü ise Türkiye oldu. Son güne kadar Hamas’ın uluslararası alandaki tek avukatı ve hamisi konumundaki Ankara, Hamas’ın tasfiyesiyle sonuçlanan bu anlaşmaya en büyük desteği veren ülke konumuna geldi. Bu, bir anlamda, Hamas’a “artık dur” denmesiydi ve bu mesajı en etkili şekilde iletebilecek tek aktör Erdoğan’dı. Nitekim Katar ve Mısır’ın aylardır başaramadığını Türkiye’nin devreye girmesiyle sonuçlandıran bu süreç, Erdoğan’a Beyaz Saray’da Trump tarafından sunulan övgülerin de arka planını oluşturuyor. ABD, Hamas’ı ancak Erdoğan’ın durdurabileceğini biliyordu ve bu kozu kullandı.
Elbette, Türkiye’deki geleneksel anlatı her zaman olduğu gibi buradan da bir dış politika başarı öyküsü çıkarmayı başardı. Erdoğan’ın, Netanyahu’nun zirveye katılacağını duyunca uçağını havada beklettiği gibi, doğruluğu şüpheli ama iç kamuoyuna yönelik kahramanca hikayeler hızla yayıldı. Oysa gerçekte Netanyahu’nun katılmama sebebi, bir Yahudi bayramı nedeniyle seyahat edemeyecek olmasıydı. Bu durum, dış politikadaki gerçeklerle iç siyasete sunulan versiyonu arasındaki derin uçurumu bir kez daha gözler önüne serdi.
Erdoğan’ın daha düne kadar “katil, darbeci” dediği Sisi ile el sıkışıp barışı kutlaması, pragmatizmin ideolojilere nasıl üstün geldiğinin son örneğidir. Ancak asıl sorulması gereken şudur:
Eğer Türkiye, Netanyahu ile diplomatik kanalları en başından beri açık tutsaydı, Gazze’deki son üç yılın bilançosu bu kadar ağır olur muydu?
Sonuç olarak, Gazze’de tanık olduğumuz şey, tüm tarafların kendi seçmenine zafer olarak pazarladığı, ancak özünde bir halkın davasının ve direnişinin tasfiye edildiği bir süreçtir. Türkiye için ise bu, bir zamanlar hamiliğini yaptığı bir “Kuvay-i Milliye” hareketinin bitirilişine şahitlik etmektir. Ancak sonuç ne olursa olsun, anlatı değişmeyecektir: Kazanan taraf, her zaman olduğu gibi, Türkiye ve onun lideri olacaktır. Gerçeğin peşinde koşmak ise beyhude bir çaba olarak kalmaya devam edecektir.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları:
