İmam Gazali (Gazzâlî), 1058 yılında Büyük Selçuklu egemenliğindeki İran’ın Horasan Eyaleti’nde doğdu.
Fars kökenli bu önemli düşünür, eserlerinin çoğunu Arapça kaleme aldı. 1111’de, 53 yaşındayken doğduğu yer olan Horasan’da vefat etti. Gazali, yalnızca İslam dünyasının değil, düşünce tarihinin en tartışmalı isimlerinden biridir.
Gazali, akıl ve vahiy arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlayarak İslam düşüncesinde köklü bir paradigma değişimine öncülük etti. Dönemin önde gelen akılcı filozofları İbn Sina ve Farabi’yi eleştirerek aklın hakikate ulaşmada yetersiz kaldığını, kesin bilginin ise vahiy yoluyla elde edilebileceğini savundu. Buna karşın, rasyonel düşünceyi dışlamadı ve dini olmayan bilimlerin gelişimine de alan tanıdı.
Gazali’nin fikirleri, Selçuklu döneminde Nizamiye Medreseleri aracılığıyla kurumsallaştı ve zamanla devletin merkezi Sünni otoritesini güçlendiren önemli bir araç haline geldi. Bu kurumlardan yetişen ulema, kadı, müftü ve imamlar toplumda önemli konumlara getirilerek dini otoritenin siyasi yaşamın merkezine yerleşmesine olanak sağlandı.
Gazali’nin düşünceleri, devlet ile dini otoritenin iç içe geçmesini dini kaynaklarla gerekçelendirerek bu yapının oluşumuna katkıda bulundu. Bu yaklaşım kendi dönemi için işlevsel görülse de günümüzde devletin yansızlığını sorgulanır hale getirebilir. Siyasi karar alma süreçlerine dini referansların yön vermesi, çoğulcu toplumlarda farklı inanç ve görüşlere sahip grupların dışlanması gibi riskler taşır.
Dolayısıyla bir zamanlar işlevsel görülen bu bütünleşme modeli, modern çağda hukukun üstünlüğü ve bireysel haklarla çatışmaktadır. Özellikle çoğulcu toplumlarda, devletin dini perspektifle hareket etmesi toplumsal barışa zarar verebilir.

Devletin varlığı ile halkının barış ve esenliği, adalet ilkesine doğrudan sıkı sıkıya bağlıdır. Adaletin bulunmadığı hiçbir devletin sağlıklı ve uzun ömürlü biçimde ayakta kalması düşünülemez. Nitekim adalet, zaten dinlerin özünde yer alan ilahi bir buyruk olarak karşımıza çıkar ve Hz. Ali’ye atfedilen “devletin dini adalettir” sözü bu anlayışın özlü bir ifadesidir.
Din ile devlet ilişkisi ise tarih boyunca adalet arayışından bağımsız ele alınmamıştır. Özellikle çağdaş toplumlarda din görevlilerine devlet bütçesinden maaş verilmesi, bu ilişkinin günümüzdeki en somut örneklerinden biridir.
Ancak bu uygulamanın sağlıklı yürüyebilmesi, bazı temel koşulların varlığına bağlıdır. Öncelikle dini kurumların siyasal tutumdan uzak durması ve toplumda birleştirici bir görev üstlenmesi büyük önem taşır. Tersi durumda din kurumlarının fazla politize olması, toplumda gerginlikleri ve güven kaybını derinleştirebilir.
Bu sorunun somut örneklerinden biri, 1979 İran İslam Devrimi sonrasında kurulan molla rejiminde görülebilir. Bu rejimde dini otorite yalnızca dini alanla sınırlı kalmayıp siyasi karar alma süreçlerine doğrudan katılır, kurumları denetler, hatta cumhurbaşkanını görevden alma yetkisi vardır.
İran’daki bu yapı, toplumsal yaşamın en sıradan bileşenlerine dek uzanan sıkı bir kontrol sistemi kurmuş, gündelik yaşamdan kültürel ifadelere kadar pek çok alanı denetim altına almıştır. Bu durum, eleştirel düşüncenin bastırılmasına ve toplumsal çeşitliliğin önemli ölçüde daralmasına yol açmıştır.
İran örneği bireyin yaşam biçiminin bu denli sıkı denetlenmesinin, ekonomik kalkınma ile toplumsal istikrar arasında sağlıklı bir denge kurmayı güçleştirdiğini ve ülkenin genel kırılganlığını da artırdığını göstermektedir. Dini otoritenin siyasetle aşırı bütünleşmesi toplumsal yaratıcılığı ve ekonomik girişimciliği de önemli ölçüde kısıtlamaktadır.
İran’daki yönetim anlayışının ülkenin zengin yeraltı kaynaklarından elde ettiği gelirleri halkın yaşam standartlarını yükseltmek yerine, ideolojik kontrolü güçlendirmeye ve silahlanmaya harcadığı görülüyor. Bu yaklaşım, ekonomik kalkınma ile toplumsal düzen arasında sağlıklı bir denge kurulmasını engelliyor ve kalkınma beklentilerini karşılıksız bırakıyor.
Sosyoekonomik kalkınma ihmal edilip saçı görünen genç kızların peşinden ahlak polisini koşturmak, İran gibi köklü bir devleti bile ilk ciddi dış saldırıda fazlasıyla kırılgan duruma getirebilir. Göz önündeki İran örneği, dinin siyasallaştığı rejimlerin özellikle gençlerin sosyal dinamizmini nasıl bastırdığını ve özgürlük alanlarını nasıl daralttığını açıkça göstermektedir.
Üstelik bu görünüm yalnızca İran’a özgü değil; günümüz Müslüman toplumlarında da benzer eğilimler giderek daha belirgin hâle geliyor. Örneğin Afganistan, Pakistan, Brunei, Yemen, Sudan ve Moritanya gibi ülkelerde dini otoritenin siyasi partiler ve meclis üzerindeki etkisi, bu ilişkinin ne kadar dikkatli yönetilmesi gerektiğini açıkça gösteriyor.
Nitekim Gazali’nin dini otoriteyi önemseyen yaklaşımı, devlet ile dinin bütünleşmesini ve toplumsal sorumlulukların tek bir merkeze devredilmesini savunur. Gelgelelim bu önermenin çağımızda nasıl uygulanacağı oldukça tartışmalıdır.
Gazali’nin yaşadığı dönemde dinin siyasallaşması, toplumsal düzeni sağlamanın bir yolu olarak görülmüş olsa da güncel sorunlar içerik ve kapsam açısından oldukça farklıdır. Eserlerinde nükleer tehdit, gen teknolojisi, küresel ısınma, iklim değişikliği ya da yapay zekâ gibi konular yer almaz; çünkü çağlar ilerledikçe sorunlar da çözümler de değişir, yeni boyutlar kazanır.
Eski referanslarda ısrar eden hükümetler, genç kuşakların ihtiyaçlarına pratik çözümler üretmekte giderek zorlanmaktadır; çünkü çağın sorunları ancak çağın bilgi ve araçlarıyla çözülebilir. Bu gerçek, teokratik rejimlerin modern çağa ne ölçüde uyum sağlayabileceği sorusunu da kaçınılmaz biçimde gündeme getirmektedir.
Gazali döneminin din-siyaset modelinin, günümüz dünyasıyla olan uyum sorununu bir örnekle açıklayalım: Kimi kanaat önderlerinin (!) depremleri zinanın artışına bağlaması bilimsel verilerle çelişir niteliktedir. Depremler, yer kabuğundaki tektonik hareketler sonucu oluşan jeolojik olaylardır ve insanların ahlaki tutumuyla hiçbir ilişkisi kanıtlanamaz. Bu tür yaklaşımlar, toplumsal algıda nesnel gerçeklik ile ahlaki yorumlar arasında gerilim yaratma riskini de beraberinde getirir.
Matbaanın Osmanlı’ya gelişinin yaklaşık 250 yıl gecikmesi, bu bağlamda verilebilecek çarpıcı bir örnektir. Bu gecikmeyi yalnızca “Osmanlı, el yazmasına dayalı bir bilgi kültürüne sahipti” gibi bir söyleme indirgemek yetersiz kalır. Sonuçta bunun ardında hattatların ekonomik kaygılarından çok, dini otoritenin yeni fikirlerin hızlı yayılmasından duyduğu korku yatmaktaydı.
Siyaset ile dini otorite arasındaki ilişkinin kapalı devre bir yönetim biçimine dönüşmesi, toplumların küresel gelişmelerden ve değişen dünya gerçeklerinden kopmasına yol açabilir. Böyle bir yapı, adeta yeni bir Sovyetler, Kuzey Kore ya da Afganistan benzeri otoriter rejimlerin ortaya çıkmasına alan açabilir.
Ne var ki toplumların ilerlemesi esasen özgür ve eleştirel düşünceyle, sorgulayıcı akılla, yaratıcı fikirlerle ve bilimsel yöntemlerle mümkün olabilmektedir. Bu bağlamda dini yapıların toplumsal barışa ve ilerlemeye gerçekten katkı sunabilmesi için yansız, açık ve kapsayıcı bir tutum benimsemesi büyük önem taşımaktadır.
Tüm bu gerçeklere dayanarak diyebiliriz ki, Gazali’nin fikirleri kendi döneminde belki işlevseldi ama günümüzün gerçeklikleri karşısında yetersiz kalıyor. Modern toplumlarda din-devlet ilişkisi bilimsellik çerçevesinde yeniden yapılandırılmalıdır. Aksi halde, İran örneğinde görüldüğü gibi aşırı kırılganlık riski artacaktır. Bu noktada asıl mesele dini kurumları çoğulculuk, ifade özgürlüğü ve bireysel sorumluluk ilkeleriyle uyumlu hale getirme cesaretini gösterebilmektir.
Fotoğraf: mehrnews.com
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: