Philippe du Fresne Parisli bir aileden geliyor. 1551’de doğan Fresne eğitim görmek için gittiği Venedik’te Fransa’nın İstanbul Büyükelçisi Noailles’le tanışarak onun maiyetine girdi.
Büyükelçinin kafilesi 14 Ocak 1573 günü İtalya’nın güneyindeki Ragusa’dan yola çıktı. Fresne tabii ki büyükelçinin kafilesindeydi. Fresne 28 Şubat’ta Pera bağlarına ulaştı ve 9 Hizaran gününe kadar İstanbul’da kaldı. O gün büyükelçinin maiyetinden ayrılarak Ege adaları, Mora kıyısı ve İon adaları yolunu izleyerek Venedik’e döndü. Ertesi yıl ise Fransa’ya gitmek üzere bir gemiye bindi. 1573 yılında Otmanlı tahtında padişah 2. Selim vardı.
Yazıyı uzunluğu dolayısıyla iki bölüm halinde yayınlayacağız.
Osmanlı topraklarına giriş
Osmanlı topraklarına giren Fresne Türk kervansaraylarını ilk kez görünce bir tanesini örnek olsun diye anlatıyor.
… Kervansaray kervanların, başka bir deyişle seyyahların sarayı ya da konutu demektir. Aslında Türkiye’de otelcilik yapan kimse yoktur; varlıklılar ve büyük devlet adamları, acıma duygusunun ve insancıl duyguların etkisiyle, her dinden insanın gelip geceleyebileceği kamuya açık yerler yaptırmış. Bu yerler büyük bir ahırdan başka bir şey değil, çünkü insanlar ve atlar burada birlikte yatıyor. Ne var ki, atlar yerde yiyor, çevredeyse, biraz daha yüksekte, yemek pişirmek için ocakların bulunduğu koridorlar var; herkes efendice kendi eşyalarını yerleştiriyor ve bir yatağı olan burada rahat ediyor; yatağı yoksa döşemenin üstüne uzanıyor, çünkü bu kervansaraylarda herhangi bir konfor aramak yersiz. Kervansarayların en güzellerinin çatısı -tıpkı camiler gibi- kurşunla kaplı.1
Yoluna devam eden yazar Osmanlı topraklarında, ama tabii Balkanlar’da, yol alıyor. Fresne karşılaştığı Müslümanlaştırılmış Hristiyanların kendilerine düşman gibi baktıklarından söz ediyor.
… Güzel bir Türk kenti olan, ilk defa Türk camilerini gördüğümüz Foça’ya (Foca) gittik; bu noktada tahta bir köprüyle, kimilerine göre Sırbistan ile Dalmaçya’yı birbirinden ayıran Drine Irmağı’nı aştık; bu ırmak kentin dışında çok hızlı akan bir başka ırmağa kavuşur. Kentteki kötü ve pis kokan bir kervansarayda bir gün kaldık ve bütün gece sırtımıza yağmur yedik. Buradaki bütün Hristiyanlar Türkleştirilmiş (Müslümanlaştırılmış) ve hepsi de yolculara düşman gibi bakıyor. Sancakbeyi burada oturuyor ve bütün Sırbistan’ı buyruğu altında tutuyor.2
Üsküp’teki tek meydan saati
Otmanlı topraklarında bir meydanda çalar saat o zaman yalnızca Üsküp’te bulunuyor. Fresne başka ayrıntılar da veriyor saatle ilgili.
… Her yerden sesi duyulan ve Fransız usulünce her saat başında çalan bir meydan saati var. Söz konusu saat Macaristan’daki Segedin’den yüksek ücret alan bir ustayla birlikte getirilmiş. Türklerin saati oldukça sevmesine ve saate büyük para ödemelerine karşın Türkiye’de bundan başka meydan saati yok.3
Erkek ve kadınlarda küpe takma
Fresne’nin henüz İstanbul’a ya da Edirne’ye varmadığını, yolda olduğunu unutmadan okuyalım yazdıklarını, henüz Balkanlar’da yol alıyor.
… Hristiyan Bulgarlar saçlarını kazıtır ve yalnızca arka kesimdeki saçlarını Kalegeroslar* gibi omuzlarına dökerler. Buna karşılık Türkler kafalarının tepesinde bir tutam saç bırakır ve bunu asla kesmezler. Kulaklara takılan küpelerin Bulgarlardan geldiğini sanıyorum, çünkü hem kadınlar hem de erkekler her çeşit ve en tuhaf küpeleri takıyor.4
Fresne yolda sufilerle karşılaşıyor ki bu çok doğal. Kalenderileri hatırlayan varsa yazarın sanki onları anlattığını görebilir.
… 12 Şubat’ta, bembeyaz karlarla kaplı çok kötü olmayan yollardan ilerleyerek Bagno’ya (Kostenec) vardık; burası çok hoş vadilerin eteğindeki bir ovada kurulmuş büyük bir kasaba. Burada genç bir adamın Türkleştirilme ve sünnet edilme şölenini gördük. Törene katılanların tümü tuhaf yabanıl hayvan postlarına bürünmüş, ellerine kınlarından sıyrılmış palalar almış ve başlarına büyük kartal kanatları takmışlardı. Aralarında en yaşlı olanın meydanın ortasında ve kamuya açık diğer yerlerde birkaç söz etmesinden sonra çığlıklar ve hakaret sözleri savurarak birbirlerine doğru saldırıya geçtiler (?). Arkadaşlarından biriyle beraber atlı olan (at sırtında onunla arkadaşından başka kimse yoktu) ve sağ elinde bir kumaş tutan genç Müslüman, tek bir tanrıya inandığını (tıpkı Muhammed gibi) anlatmak amacıyla parmaklarından birini kaldırıyor ve imanlarının temeli olarak “Lailahe İllallah” diye bağırıyordu. Oysa tarih kitapları, lanet olası Arius mezhebi yüzünden Doğu Kilisesi’nin bölündüğü bir dönemde, Muhammed’in İslam dinini ortaya attığını gösteriyor; kiliseleri anlaşmazlık içinde oldukları bir dönemde yakalayan Muhammed, Sergios adlı Ariusçu bir papazın da desteğiyle, tek bir Allah olduğunu söylemeye başladı ve öğretisini bu temel üzerinde öylesine büyüttü ki Müslümanlık Hristiyanlıktan çok daha fazla ülkede egemenlik sağladı.5
Aynı sufi görüntüler yolda devam ediyor.
… 17 Şubat’ta korular ve büyük ormanlar arasındaki çölde kurulmuş Hristiyan köyü Jocbuec’teydik (Virovo); ertesi sabah yolda Sancakbeyiyle yanındaki davullar ve zurnalar (çok iyi çalıyorlardı) ve kurt ve kaplan postundan ürkütücü elbiseler giymiş, başlarında aynı hayvanların postundan yapılmış morlak şapkalar (hayvanların burunları maske görevi yapıyordu) ve büyük kartal kanatları (uçmak için açılmış gibiydiler) bulunan çok sayıda süvariyle karşılaştık.6
Ve Edirne’ye giriş
Nihayet Edirne’ye varan Fresne Osmanlı’nın eski başkentinde Rumlar ve Yahudilerin çokluğundan söz eder.
… Buradan Türk imparatorluğunun ikinci büyük kenti, büyük ticaret merkezi, Musevilerin ve Rumların bol olduğu, bol miktarda çok hafif şarapların üretildiği tepeler arasında kurulmuş Edirne’ye geldik.7
İlginç bir ayrıntı verdiği için Fresne’nin bu yazdıklarını da alıntıladım. 500 yıl önceki anlayış ile bugünkü arasında epey fark var.
… 25 Şubat’ta, çok güzel bir yer olan Chiurlik’e (Çorlu) geldik. Çok güzel siyah mermerle kaplı imarette kaldık; imaretin yanında, cephesinde Latin, Ortodoks ve Türk kiliselerinin resmi bulunan bir cami var. Lüleburgaz’da olduğu gibi burada da yemek veriliyor.8
İstanbul’dan izlenimler
… Bilinmesi gereken bir şey var: Türklerin hepsi Divan’a gittiklerinde ayaklarına -âdet olduğu üzere- topukta sabitleştirilmiş mahmuzları bulanan çizmeler giyer ve demirli ayakkabılarıyla gürültü çıkarmamak için -büyük bir saygı belirtisi olarak- parmaklarının ucunda yürürler.
İstanbul’a gelen büyükelçiler, uzun seyahatin zahmetine ve barbar bir halkın arasında yaşamaya katlanmaları karşılığında çok büyük kazançlar ve çıkarlar elde edebiliyorlar.9
Çünkü büyükelçilere saraydan yüklü ödenekler veriliyor. Yani Fresne’nin de yarı eleştiri yarı da Osmanlı’yı küçümser tavırla söz ettiği şey bu.
Fresne 2.Bayezid’in huzurunda
Sultanı gören Batılı gezgin sayısı çok çok azdır. Fresne bu şanslı kişilerden biri. Padişahın huzuruna çıktığı anları anlatması ise bize çok değerli bilgiler veriyor.
… İmparatora yaklaşınca, beni onun yanına götürenler yere diz çöktü; ben de alçak gönüllülükle aynı şeyi yaptım ve giysisinin eteğinin kenarını öptüm. Yanımdakiler, beni kollarımdan kaldırdı ve Treviso ıstakozları gibi geri geri yürüyerek yerime döndüm; bütün bunlar o kadar hızlı oldu ki, ne bu odayı ne de padişahı dilediğim gibi görme fırsatı bulabildim. Bununla birlikte, yüzümüze bakmadığını, bu kadar büyük bir alçak gönüllükle karşısına gelen kişilere önem vermez havada, yan gözle çok sert ve ürkütücü** bakışlarla baktığını çok iyi anımsıyorum.10
Sultanın huzuruna çıkanların iki saray muhafızı tarafından kollarından tutulması önlemi 1. Murad’ın 1389 yılında Kosova savaşında bir Sırp tarafından öldürülmesinden sonra alınmıştır. Elde bulunan döneme ilişkin tek yazılı belge, Bosna Kralı I. Tvartko’nun Floransa Senatosu’na gönderdiği 20 Ekim 1389 tarihli bir mektuptur. Bu mektuba göre muhaberenin başlarında Sırp ağır süvarilerinin bir hücumunda 12 kişilik bir grup Osmanlı ordusunu yarmayı başarmış ve bu 12 soylu süvariden biri I. Murad’ı öldürmüştür.
Fresne’nin saray kapısında tanık olduğu bir olay da Osmanlı askerlerinin Hristiyan düşmanlara karşı nasıl davrandığına ilişkin bilgi veriyor.
… Hepimiz büyükelçiyi beklemek için sık yapraklı bir defne ağacının altında toplandık ve drogmanlarımıza çeşitli sorular sorduk; tam bu sırada, çılgına dönmüş halde, sağ elinde kınından sıyrılmış bir kılıç ve sol elinde bir ölü kafası tutan, tepeden tırnağa silahlı bir asker gördük. Bize askerin Macaristan sınırından geldiği ve bir Macar Hristiyanı kahramanca öldürdükten sonra olağan ödülünü (kelle başına iki sultanî) almak için burada olduğu söylendi. Elbette barbarca ve acımasızca; ama yalnızca akçe ve en önemsiz kazançların aşkıyla acımasızlaşan cesur ve yiğit hale gelen açgözlü Türklerin ruhları üstünde çok etkili.11
Hamamdan dönen Osmanlı kadınları
… Kadınlar hamamdan dönerken, artlarında halılar ve …….’lar kapsayan …… (yazar boş bırakmış burayı, M.G.) taşıyan hizmetkârlaryla birlikte bu yoldan geçer. Kadınların çoğu siyah ya da kırmızı (başka renkte feraceyi pek ender kullanıyorlar) bir ferace giyiyor; sokakta ayakkabı değil, tabanı çok sayıda demirli, mavi, sarı ya da kırmızı potinler kullanıyorlar. Kadınların yüzleri deve kılından dokunarak siyaha boyanmış bir kumaşla ve boyunları işlemelerle örtülmüş; bu yüzden çirkin kadınlarla güzel kadınları birbirinden ayırma olanağı yok. Yalnızca sesi ya da davranışı ya da ince ve zarif elleri (eldiven kullanmadıkları, ellerini elbiselerinin altına soktukları için bazen elleri görünür) sayesinde görünmeyen yüzleri düşlenebilir; birçok defa onlarla arkadaş olmak için yaptığımız denemede bize raspenin ya da piper ya da benzeri bir sözcükle yanıt verdiler. (Raspenin o… çocuğu demektir. Piper sözcüğü çevrilmemiş. M.G.)12
Herkese keyifli günler.
Devam edecek…
*Kalogeros adında Aziz Basileios’un kurduğu bir tarikatın adıdır ama Rum papazlarına da bu ad verilir. Rumcada bu ad vurgunun yerine bağlı olarak değişik anlamlar kazanır: Vurgu eğer “e”nin üzerineyse yaşlı adam demektir, eğer “o”nun üzerineyse keşiş ya da manastıra çekilerek inzivada yaşamakta olan adam anlamına gelir.
**Badoaro: Oldukça gururlu ve ciddi bir bakışla… dünya ölçüleriyle değerlendirildiğinde insandan çok bir canavarı andırıyordu; çehresi gerek aşırı şaraptan gerekse sindirim için aldığı yüksek miktardaki rakıdan son derece haraptı ve kararmıştı…”
Barbaro, s.318: Bu hükümdar çok ufak tefek, şişmandı, yüzü yanmış gibi kıpkırmızı, bakışları çok ürkütücüydü.
Görsel: Wikipedia
KAYNAK
Fresne-Canaye Seyahatnamesi, 1573, Kitap Yayınevi, Çeviri Teoman Tunçdoğan
1-S.37
2-S.38
3-S.41
4-S.42
5-S.43
6-S.45
7-S.46
8-S.48
9-S.51
10-S.55
11-S.56
12-S.58
***
Not: Medya Günlüğü’nün yeni açılan Bluesky hesabını takip etmek için: https://bsky.app/profile/mgunlugu.bsky.social