Bu yazı, 3.500 yıllık Vedanta felsefesinin temel kavramları ışığında, bireyin içsel özgürlük arayışını felsefi bir çerçevede ele almaktadır.
Bu felsefeye göre, varlıkların biçimleri, işlevleri ve nitelikleri farklı olmakla birlikte, hepsi aynı özden türemiştir ve o özü taşımaya devam eder.
Denizdeki dalga ve damlaların görünümü farklı olsa da ikisinin de özü sudur. Kiremit ve güveç, işlev ve biçimleri farklı olsa da ikisinin de özü topraktır. Bu ikisi parçalanıp işlevsiz hale gelse de özleri gene topraktır.
Evrende gözlemlediğimiz çeşitlilik ne kadar farklı görünürse görünsün, aslında tek ve sonsuz bir gerçekliğin yansımalarıdır. Tüm farklılıkları kapsayan bu mutlak gerçekliğin özü ise arı bilinçtir.
(Burada sözü edilen gerçeklik kavramı, herhangi bir inanç sistemini tanıtmaya yönelik değildir, kadim Vedanta düşüncesinin evrensel varoluş anlayışını felsefi bir zeminde anlatma çabasıdır).
Bu bağlamda, bireyin kendi varlığının özünün evrensel mutlak gerçeklikle aynı arı bilinçten kaynaklandığını fark etmesi, içsel özgürlüğe ulaşmada ilk ve vazgeçilmez adım olarak görülür.
İçsel özgürlük, dışsal bir edinim değil, varlığımızın derinliklerinde keşfedilmeyi bekleyen bir potansiyeldir. Bu potansiyel, öz farkındalığı örten cehaletin bilgiyle aşılmasıyla açığa çıkar.
Bu sürecin önündeki en büyük engellerden biri, insanın duyularıyla kurduğu ilişkidir. Beş duyu aracılığıyla oluşan istekler, tutkular ve bağlılıklar benliğe yapışan zihinsel yük haline gelir ve bireyi bitmeyen bir doyum-arayış sarmalı içinde tutar.
Her bir zihinsel eklenti, kendi içinde yeni beklentiler üreterek bireyi mitolojik karakter Sisifos’un ceza döngüsünü andıran bir duruma sürükler. Tüm bu arayışlar, paradoksal biçimde özgürlük yerine yeni bağlılık ve sınırlama örüntüleri oluşmasına yol açar.
Bu örüntüler zamanla birikir, zihinsel yükler oluşturarak öz farkındalığı bulanıklaştırır ve içsel özgürlüğü adeta görünmez kılar. Bu duruma yol açan sınırlamaları fark ederek aşma çabası ise, özgürlüğün yeniden keşfi yolunda kritik bir aşamadır.
Vedanta öğretisine göre, duyuların doyumsuz doğası bireyi yanıltır. Bu derin gerçeği fark edememek ise, insanın deneyimleyebileceği en derin cehalet biçimidir. Böylesi bir cehalet algıyı daraltarak bireyi egonun sahte imgelerine bağımlı hale getirir, bu da bireyin gerçek doğasını fark etmesini zorlaştırır.
Birey kendini beden ve ego ile özdeşleştirdiği sürece içsel özgürlüğe ulaşamaz. Oysa gerçek özgürlük egonun ötesinde, koşulsuz ve süreklilik taşıyan bir yüksek bilinç hâlidir.
Bireyde bu yönde bir bilinç dönüşümü başladığında, varoluşu sınırlayan algılar ve onlarla birlikte gelen kaygılar da zamanla etkisini ve anlamını yitirmeye başlar. Çünkü bu dönüşüm, bireyin içsel sınırları ve onları biçimlendiren etkenleri görmesini sağlar. Bu noktada, sınır algısının büyük ölçüde bilgi eksikliği ve zihinsel kalıplardan beslendiğini vurgulamak gerekir.
Birey ile evren arasında özsel bir sınır olmadığına göre, içsel özgürlüğün de doğal bir sınırı olamaz. Bu düşünce bizi şu sonuca götürür: Asıl amaç, bireyin her türlü zihinsel kalıplardan ve edindiği kimliklerden sıyrılarak daha yüksek bir bilinç düzeyine ulaşmasıdır
Yüksek bilinç yolculuğunda mutlaka doğru anlaşılması gereken temel kavramlardan biri egodur. Ego, ilk bakışta özgürlük arayışı için bir engelmiş gibi görünse de, aslında insanın fiziksel varoluşunun fizikötesi bir bileşenidir ve gereklidir.
Bu nedenle egoyu yenmeye çalışmak yerine, onun doğasını kavramaya çalışmak daha yapıcı bir yaklaşım sunar. Dolayısıyla ego, dönüştürülmesi gereken bir engelden ziyade, içsel özgürlüğe giden yolda yön belirleyici bir pusula olarak değerlendirilebilir.
Vedanta öğretisi, öz farkındalığı sınırlayan koşullanmalara meditasyon aracılığıyla odaklanmayı ve bu sınırlamaların bilinçli adımlarla aşmayı önerir.
“Ben kimim?” sorusuyla sorgulamayı ve içsel doğayla uyumlu değerleri temel alan bir yaşam biçimi oluşturmayı önerir. Bu adımlar, bireyin düşünsel alanını dış etkilerden özgürleştirmesine olanak tanır.
Nitekim düşünceler, bireyin iç dünyasına ait en özel ve öznel alandır, dış etkiler bu alanda doğrudan değil yalnızca dolaylı etki yaratabilir. Bu dolaylı etkilerin temelleri, genellikle yaşamın erken gelişim evresinde karşılaşılan yönlendirmelerle atılır.
Bireyin henüz kendi kimliğini ve bilinçli seçim yetisini geliştirmeden maruz kaldığı bu yönlendirmeler, karar verme becerileri üzerinde kalıcı izler taşır. Günlük yaşamda da sıkça gözlemleriz: Yaşamın ilerleyen evrelerinde eğitim, kariyer yönelimi, uğraş alanı ya da eş seçimi gibi kritik kararlar alınırken, aileden ve çevreden gelen normlar sıklıkla belirleyici olur.
Bu tür etkiler yalnızca geçmişte kalmaz; bireyin düşünce yapısında kökleşerek bugününü de biçimlendirmeyi sürdürür.
İşte bu nedenle, bu etkilerin bilinç düzeyine taşınması ve bağışlama yoluyla dönüştürülmesi, özgürlük alanının yeniden tanımlanması açısından güçlü bir adımdır. Geçmişin pişmanlıklarına ya da geleceğin belirsizliklerine takılmadan, olanı yargılamadan yaşamak, insanı hafifleten ve özgürleştiren bir tutumdur.
Özetle, içsel özgürlük dış dünyadan elde edilenlerle değil, bireyin kendi bilinç alanında gerçekleştirdiği içsel yolculukla anlam kazanır.
Fotoğraf: Edu Lauton
Benzer yazı: