Ülkemizde gazetelerde, televizyonlarda ve sosyal medyada son yıllarda din sohbetleri oldukça yaygın hale geldi.
Bu moda, din hakkında bir yazı yazma konusunda beni de motive etti. Ancak, dini hassasiyetleri çok önemseyen devletimiz, yazdıklarımı Türk Ceza Kanunu’nun 216/3 maddesi kapsamında belirtilen ‘halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama’ suçu kapsamına alır da başım belaya girer diye bir türlü yazamıyordum. Neyse, sonunda halkımızın hiçbir kesiminin benimsemediğine emin olduğum bir din buldum ve bugün size o dinden bahsedeceğim. Dinin adı kargo dini…
Kargo dinini yıllar önce Jared Diamond’un Tüfek, Mikrop ve Çelik (*) kitabında da okumuştum ama bu yazıyı yazmadan bu dini biraz daha detaylı araştırdım.
Kargo dini Pasifik’te Melanezya Adaları’nda ortaya çıkmış bir din. Belki de kült demek daha doğru. Melanezyalılar günün birinde, ölmüş olan atalarının büyük teknelerle geri döneceklerine ve kendilerine başta gıda olmak üzere bolluk getireceklerine inanırlarmış. 18. yüzyıl sonlarında Melanezya’ya plantasyon kurmak için büyük gemilerle gelen ve kendilerinden çok daha ileri teknolojiye sahip beyaz adamla karşılaşmaları bu inançla birleşince kargo dini ortaya çıkmaya başlamış. Ancak bu dinin pek çok Melanezyalı yerli grupları arasında yaygınlaşması ve tarikatlarının ortaya çıkması İkinci Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında olmuş. Tabii ortaya bu inanıştan bireysel çıkar sağlayan pek çok peygamber de türemiş.
İkinci Dünya Savaşı esnasında Güneydoğu Asya ve Pasifik adalarını işgal ederek Avrupa’da başlamış olan savaşa yeni bir cephe açan Japonlar, kara ve deniz muharebelerinde gösterdikleri başarılarla hızla ABD’nin bu bölgelerdeki ekonomik ve politik hakimiyetini tehdit etmeye başlamışlar. Melanezya’ya önce Japonlar gelmiş. Bölgeyi iyi tanıyan Japonlar, yerlilerin dini inanışlarını kendi çıkarları için kullanmışlar. Bu sayede küçük hediyeler ve büyük vaatlerle hem ucuz işgücü sağlamışlar hem de yerlilerin kendilerine herhangi bir nedenle tepki göstermelerini engellemişler.
Başlangıçta Japonya ile çatışmaya girmekten kaçınan ABD, 7 Şubat 1941’de Japonya’nın Hawaii’deki Pearl Harbour Deniz Üssü’ne yaptığı baskın tarzındaki bir hava saldırısı sonucunda bu ülkeye savaş ilan etmiş. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları ve ardından Tokyo’ya da nükleer bir saldırı yapılacağı tehdidi üzerine, 15 Ağustos 1945’te Japon İmparatoru teslim olunacağı mesajını ABD’ye iletmiş.
Pearl Harbour ile Japonya’nın teslim oluşuna kadar geçen dönemde, ABD Pasifik’te Japonların işgal etmiş olduğu irili ufaklı pek çok adayı şiddetli çatışmalar sonucu geri almış. Ele geçirdiği adaların bir kısmını da Japonya’yı oluşturan asıl adalar grubuna yaklaşmak için bir atlama taşı olarak kullanmış.
Bu dönemde Melanezya’da Japonların kısıtlı imkanlarla kurdukları askeri kampların yerine ABD çok daha donanımlı üsler kurmuş. Adalardan bazılarına gemilerin yanaşacağı iskeleler, değişik boyutlarda havaalanları, depolar inşa etmiş, iletişim altyapısı kurmuş. Gelen Amerikalı asker ve destek personeli sayısı bölgedeki kabilelerinin toplam nüfusundan bile daha fazlaymış.
Gelişmeleri uzaktan izleyen yerel halk, Amerikalıların bu üslerde kurduğu alt ve üstyapıdan, gemilerle ve uçaklarla getirilen inanılmaz boyutta gıda, giyim eşyası, silah ve cephaneden çok etkilenmiş. Amerikalıların gemileri, kendi inanışlarındaki bolluk getirecek olan gıda ve eşyalarla dolu teknelere benziyormuş. Kendi kullandıkları kanolarla da yakından uzaktan alakaları yokmuş.
Kimseye sormadan adalarının topraklarının önemli bir bölümünü işgal eden, ormanları kesen, araziyi düzleyen, binalar, kuleler inşa eden bu insanları tropik ormanın derinliklerinden izlemeye başlamışlar. Korku içinde olmalarına rağmen, zaman zaman ister istemez temas kurduklarında da, bu bir örnek giyinen, neredeyse tamamı yetişkin erkeklerden oluşan insanlar kendilerine iyi davranıyorlarmış. Bazen kuru gıda veya konserve gıdalar sunuyor, bazen barınmaları için branda gibi malzemeler, işlerini kolaylaştırıcı alet edevat veriyorlar, hatta hastalarıyla da ilgilendikleri oluyormuş.
Yaptıkları gözlemlere göre, yabancılar düzenli olarak sabah akşam uygun adım yürüyüşler yapıyor, bir direğin altında toplanıp değişik bir müzik eşliğinde şarkılar söylüyor ve renkli bir kumaşı ya direğin tepesine çekiyor ya da aşağı indiriyorlarmış. Bunlar onların dini ritüelleri olmalı diye düşünmüşler.
Amerikalılar ayrıca üssün bir yerine çok yüksek bir kule dikmişler. Üzerinde de göğe doğru yükselen bazı teller varmış. Bu kulenin altında inşa ettikleri bir kulübeden ise ilginç bir kutu vasıtasıyla kendi dillerinde bir şeyler söylüyorlarmış. Yerlilerin algılamasına göre, tanrıya ulaşarak isteklerini bildiriyorlarmış. Kendi tanrılarından farklı olarak, Amerikalıların tanrısı cızırtılı bir sesle de olsa anında yanıt veriyormuş.
Bu tanrı, kendine tapanlara yerlilerin tanrısından çok daha cömertmiş. Nitekim tanrıya talepler iletildikten bir süre sonra, ya üssün iskelesine bir gemi yanaşıyor, ya da havaalanına uçaklar iniyor ve tanrıdan talep edilen mallar geliyormuş; silahlar, ilaçlar, değişik değişik gıdalar o kadar bol oluyormuş ki yerlilere bile bir şeyler kalıyormuş.
Yerliler bu durumdan çok mutluymuş. Açlık ortadan kalkmış, normalde ölmesi gereken pek çok insan verilen ilaçlarla tedavi olmuş, barınakları iyileşmiş. Ancak savaş Japonya yönüne ilerledikçe, bu adalara kurulan üsler önemini kaybetmiş. Japonya’ya yakın yeni üsler kurulması icap etmiş. Sonunda bu üsler terkedilmiş. Yerliler eski yaşamlarına dönmek zorunda kalmış. Kıtlıklar, hastalıklar yeniden başlamış. Kendileriyle konuşmayan tanrılarından pek bir fayda gelmeyeceğini bildiklerinden Amerikalıların dinine geçmeye karar vermişler.
Sonuçta onlar da bir direk dikip ucuna renkli bir kumaş asmaya başlamışlar. Sabahları şarkılarla bu kumaşı direğin tepesine asıyorlar, akşamları indiriyorlarmış. Direğin altındaki meydanda da benzer kıyafetlerle uygun adım yürüyorlarmış. Bu kıyafetler bazen Amerikalıların bıraktığı üniformalar oluyormuş. Fakat uçaklar ve gemiler bir türlü gelmiyormuş. Bunun üzerine onlar da üzerinde teller olan kuleler dikmişler. Yaptıkları bir kutudan tanrıya taleplerini iletmeye başlamışlar. Ancak tanrı onlarla bir daha hiç konuşmamış. Hiçbir şey de yollamamış. Bir şeyleri eksik yaptıklarını düşünerek ritüellerini zaman içerisinde geliştirmişler. On yıllar sonra beyaz adamın tanrısının kendilerine yardım etmeyeceğini anlamışlar ve bu dini büyük oranda bırakmışlar. Hıristiyan misyonerler vasıtasıyla eski dinlerini Hristiyanlıkla birleştiren garip Hıristiyan kiliseleri kurmuşlar.
Bazı gruplar ise kargo dinine bağlılıklarını her şeye rağmen sürdürmüş, ancak ritüellerini değiştirerek kendilerine özgü farklı tarikatlar oluşturmuşlar. Örneğin bugün Vanuatu’da John Frum tarikatı adı verilen bir anlayış hala devam ediyormuş. Bu tarikata bağlı olanlar hala kargo gemilerini bekliyormuş. John Frum adının ise adaya gelen bir Amerikan askerinin kendisini ‘I am John from America- Ben Amerika’dan John’ demesinden kaynaklandığı sanılıyor.
Aynı şekilde bir de Tom Navy tarikatı varmış. Yani Tom Donanma! Bu ismin nereden gelmiş olabileceğini artık sizlerin hayal gücüne bırakıyorum.
Yazımı bitirmeden değerli okuyucularımdan bir ricam olacak. Yazının başında da belirttiğim gibi kargo dinini anlatmam nedeniyle TCK 216/3 ile suçlanmam çok düşük olasılık. Ancak siz bu dini benimsemeye kalkarsanız benim misyonerlikle suçlanmam söz konusu olabilir. Böyle bir şeye kalkışıp başımı belaya sokmayın lütfen.
(*) Tüfek, Mikrop ve Çelik. Yazarı Jared Diamond. İlk basım 1997. Türkçesi: Pegasus Yayınları 28.09.2018 (Daha önce 2013’te TUBİTAK tarafından da basılmıştı.)
Not: Bu yazım ilk olarak noktakibris.com sitesinde yayınlanmıştır.
Fotoğraf: militaryhstorynow.com