Prof. Dr. Ramazan Şeşen’e (*) göre İbn Fadlan 10.yüzyılın başlarında Abbasi halifesi Muktedir’in divanında çalışan bir kâtip Mevlâdır. Mevlâ Araplaşmış anlamına geliyor.
921-922 yıllarında Halife Muktedir tarafından Volga Bulgarlarına gönderilen heyette yer alır ve sonra da gezi notlarını yazar. Seyahatname adındaki bu yapıt Türkler hakkındaki en önemli canlı tanıklıklara dayandığı için son derece önemlidir. Gerçi Şeşen Fadlan’ın bazı mübalağalar yaptığını söyler ama yine de onun meraklı kişiliği sayesinde Türklerin yaşamı hakkındaki birçok ayrıntı bugünlere ulaşabilmiştir.
Burada minik bir not ekleyelim. Hazarların kuzeye doğru ittirdiği Bulgarlar, bugünkü Çuvaşistan’ın olduğu bölgede İdil Bulgar Devleti’ni kurmuş; batıya ittirdiği Bulgarlar ise Asparuh Han komutasında Tuna bölgesinde Birinci Bulgar İmparatorluğu’nu kurmuştur. Bu imparatorluk daha sonra kuzeyden gelen Slav kavimlerini de bünyesine katmıştır. Bilmeyenler için söyleyelim, Bulgarlar aslen bir Türk kavmidir. Slavların katılmasından sonra ise Bulgar halkı bugünkü halini almıştır.
Bu kısa nottan sonra Fadlan’ın Seyahatnamesi’ne dönelim.
Halife Muktedir’in İslamiyet’i yayma uğraşında doğuya doğru olduğu kadar kuzeye doğru da büyük bir çaba gösterilmektedir. Volga Bulgarları bugünkü Kazan kentinin güneyinde yaşamaktadır. Hükümdarları İlteper Almış b. Şilki Müslümanlığı kabul etmiştir. İlteper’in bu kararında Yahudi Hazarlara haraç vermeleri ve onlara karşı müttefik arayışında bulunması rol oynuyordu. Halifenin desteğini sağlarsa kendisini daha rahat hissedeceğini düşünen İlteper, Abdullah b. Baştu el-Hazarī başkanlığında bir elçilik heyetini halifeye gönderir. Ondan İslam dinini öğretecek din adamları, saltanat alametleri, Hazarlara karşı yapmayı düşündüğü bir kale için para ister. Halife bu isteğe olumlu yanıt verir. İbn Fadlan da halifenin İlteper’e gönderdiği elçilik heyetinde din adamlarına başkanlık etmek aynı zamanda halifenin, vezirin ve kendisinin mektuplarını okumak, armağanları takdim etmek üzere bulunmaktadır.
Heyet 21 Haziran 921 günü Bağdat’tan hareket eder.
Bundan sonra okuyacaklarınızı tamamen Fadlan’ın seyahatnamesinden alıntıladım. Parça parça yaptığım alıntılar yapıtın çok çok küçük bir bölümünü oluşturuyor, birkaç sayfasını yani.
Tabii ki merak edenlere kitabı şiddetle öneriyorum. Birinci elden bilgilere ulaşmak öyle her yapıtta mümkün olmuyor çünkü, hele ki eski Türk kavimleri hakkındaysa. Çünkü eski Türklerin yazılı tarihleri yok gibi bir şeydir. Bu yüzden Fadlan’ın bu gezi kitabı son derece önemlidir.
“Bulgar hükümdarı İlteber Almış b. Şilki’nin Emir el-Mü’minin (Halife) el-Muktedir’e İslam dinini, şeriatın kurallarını öğretecek fakihlerden, ülkesinde adına hutbe okutacak cami ve minber yapacak kişilerden meydana gelen bir heyet yollamasını, ayrıca kendisine düşman olan hükümdarlardan koruyacak bir kale yapmak için para göndermesini isteyen mektubu geldi. Halife isteğini kabul etti. Ona gönderilecek elçilik heyetini Nezîr el- Haramî düzenledi. Ben ise Halife’nin mektubunu hükümdara okumak, gönderilen hediyeleri teslim etmek, fakihlere, muallimlere başkanlık etmekle görevliydim. Yapılacak kalenin inşasında, fakihlerin ve muallimlerin masraflarında harcanacak para İbn el- Furat’ın Harezm’deki Artahuşmisen çiftliğinin gelirinden tahsis edildi.” s.14
“Bulgar hükümdarının oğlu Hazar Hakanı yanında rehin tutulur. Hazar Hakanı, Bulgar hükümdarının güzel bir kızı olduğunu duymuş, onu istemiş. Hükümdar bu isteği geri çevirmiş, Hakan kendi Yahudi, kız Müslüman olduğu halde onu zorla almış. Kız onun yanındayken ölmüş. Bu sefer hükümdarın başka bir kızını istemiş. Hükümdar bunu duyunca, Hakan’ın, kızını önceki kardeşi gibi, gasp etmesinden korkmuş. Eskil hükümdarıyla evlendirmiş. Bulgar hükümdarının Halifeye mektup yazmaya, bir kale yaptırmak için para istemeye sevk eden işte budur.” S.36
“Buhara’da çok çeşitli paralar gördüm. Bunlar arasında ğıtrifiyye denen bakır, sarı bakırdan imal edilmiş dirhemler vardı. Tartılmadan 100 tanesi 1 gümüş dirheme satılıyordu. Onlar kadınlarına mihr verirken ‘Falan oğlu falan, falan kızı falanla şu kadar bir ğıtrifiyye dirhemine evlendi’ derler. Gayr-i menkul, köle alırken de aynı dirhemleri kullanırlar. Başka dirhemin adını anmazlar.” s.16.
“Günlerce bekledikten sonra Samani hükümdarı Nasr b. Ahmed’den huzuruna kabul edilmemiz için izin aldı. Hükümdarın huzuruna çıktık, sakalsız-bıyıksız bir çocuktu. Ona emirlik (hükümdarlık) selamı verdik. Oturmamızı emretti.” s.16
“15 Şevval 309/16 Şubat 922 sıralarında havalar ısınmaya başladı. Ceyhun nehrinin buzları çözüldü. Biz yolculuk için ihtiyacımız olan alet ve edevatı tedarik etmeye başladık. Türk develeri satın aldık. Türk ülkelerindeki nehirlerden geçebilmek için deve derisinden kelekler (sofra) hazırladık. Üç ay yetecek ekmek, karaca darı, kurutulmuş et tedarik ettik. Harezmli tanıdıklarımız mümkün olduğu kadar çok giyecek elbise almamızı emrettiler. Olayı gözümüzde büyüttüler, korkuttular. Sonra gerçeği görünce söylediklerinden kat kat fazlaydı. Her bir kişinin üzerinde bir gömlek, onun üzerinde kaftan, kaftanın üzerinde post, onun üzerinde keçe, onun üzerinde bornoz vardı. Sadece gözleri görünüyordu. Bacaklarımızda şalvar, onun altında uzun don, ayağımızda sahtiyan mest, onun üzerinde başka bir mest vardı. İçimizden biri üzerindeki elbiselerin ağırlığından deveye binince kımıldanamıyordu.” s.18
“Türk kapısı denen Zencan Ribat’ında konakladık. Ertesi günü buradan hareketle Cit denen menzile indik. Kar başladı. Hatta develer dizlerine kadar karda yürüdüler.
Cit’te iki gün kaldık. Sonra hiçbir yere sapmadan, kimse ile karşılaşmadan dağ bulunmayan bir ovada Türk ülkelerinin içinde ilerledik. Bu şekilde on gün yürüdük. Çok zahmet çektik. Çok şiddetli soğuk, devamlı kar vardı. Harezm’in soğuğu bunun yanında yaz gibiydi. Bütün çektiğimiz zahmetleri unuttuk, ölecek dereceye vardık. Bir gün çok soğuk vardı. Tigin benimle beraber yürüyordu. Yanında bir Türk vardı, onunla Türkçe konuşuyordu. Bir ara Tigin güldü. “Bu Türk sana ‘Rabbimiz bizden ne istiyor!
Soğuktan bizi öldürecek. Ne istediğini bilsek onu kendisine takdim ederdik,’ diyor” dedi. Ben de ‘Ona söyle, Allah sizden ‘Lâ ilâha illâ’llah’ demenizi istiyor” dedim. Türk güldü. “Bilsek yerine getirirdik” dedi.” S. 20
[Oğuz, Peçenek, Başgırt Ülkeleri]
“Bu dağı geçtikten sonra Oğuzlar denen Türk kabilesinin yanına vardık. Bunlar göçebeydiler. Kıl çadırlarda konup göçüyorlardı. Göçebelerde olduğu gibi yer yer grup halinde çadırları vardı. Zor şartlar içindeydiler. Yolunu şaşırmış eşekler gibi bir dine inanmıyor ve başvurmuyorlardı, akıllarına göre hareket ediyorlar, hiçbir şeye ibadet etmiyorlar, büyüklerine ‘rabb’ diyorlar. Aralarından biri reisine bir şey danışınca ‘Ey Rabbim şu şu konuda nasıl hareket edeyim’ der. İdareleri şura (aralarında danışma) iledir. Yalnız, bazen bir konuda ittifak edip o işi yapmaya karar verirler. İçlerinden en değersiz biri gelir bu ittifakı bozabilir.
İçlerinde, inandıkları için değil de, sadece ülkelerinden geçen Müslümanlara yaranmak için ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammed rasulullah’ diyenler var. Aralarından biri zulme uğrar veya başına kötü bir şey gelirse başını semaya doğru kaldırır, ‘bir Tanrı!’ der. “Bu, Türkçede “bir Allah” demektir. Türkçede bir Arapçadaki vahid, Tanrı ise Allah karşılığıdır.” s. 21
“Oğuzlar büyük tuvalet yaptıktan, işedikten sonra temizlenmezler, cünüplükten ve diğer şeylerden dolayı yıkanmazlar. Suyla ilişkileri yok gibidir. Bilhassa kışın yoktur. Kadınları erkeklerinden ve yabancılardan dolayı örtünmezler, gizlenmezler. Aynı şekilde kadın insanlardan bedeninin hiçbir yerini gizlemez. Bir gün onlardan bir adamın evine (çadırına) indik. Oturduk. Adamın karısı da bizimle oturdu. Bizimle konuşurken cinsi organını açtı ve kaşıdı. Biz görüyorduk, yüzlerimizi kapadık. ‘Estağfirullah!’ dedik. Kocası güldü. Tercümana, ‘Onlara söyle, sizin yanınızda onu açıyor, siz görüyor ve onu koruyorsunuz. Ona bir şey olmuyor. Bu onu kapatıp da başkalarına müsaade etmesinden daha iyidir’ dedi. Zina diye bir şey bilmezler. Birinde böyle bir şey görürlerse onu iki parçaya bölerler. Ağaçların dallarını bir yere getirip failin ellerini-ayaklarını ağaca bağlarlar, sonra o dalları serbest bırakırlar, adam ikiye ayrılır.
Aralarından biri beni Kur’an okurken dinledi ve beğendi. Tercümana dönüp ‘Ona susmamasını söyle’ dedi. Bu Oğuz bir gün tercümanı aracılığıyla ‘Bu Arap’a sor, Rabbimizin karısı var mı?’ dedi. Bunu büyük günah sayıp Allah’ı tesbih (Sübhana’llah dedim) ve istiğfar (afv dileme) ettim. O da, benim gibi tesbih ve istiğfar etti. Türkün âdeti böyledir. Müslümanı tesbih ve tehlil (Sübhanellah ve Lâ ilâhe illallah) derken duyarsa onun gibi yapar.
Evlenme âdetleri şu şekildedir: Biri diğerinin hareminden bir kadını belli bir Harezm elbisesi karşılığı ister. Bu kişi kızı, kız kardeşi veya velayeti üzerinde olan başka biri olabilir. O kişi teklifini kabul ederse, mihri veliye götürür. Bazen mihr deve, at, sığır ve başka bir şey olabilir. İsteyen kişi anlaştığı mihri kızın velisine teslim etmedikçe kıza yaklaşamaz. Teslim ederse gelir, rahat bir şekilde kızın evine girer, anasının, babasının, kardeşlerinin huzurunda kızı alır gider. Kimse engellemez.” S.21-22
“Bir adam ölünce karısı varsa, öz anası olmamak şartıyla, büyük oğlu onun karısıyla evlenir.
Tüccarlar ve başkaları onların yanında yıkanamazlar. Ancak geceleyin gizlice yıkanabilirler. Onlar birinin yıkandığını görürlerse kızarlar. ‘Bu adam bize sihir yapmak istiyor. Zira, suya bakıp bir şeyler anlamak istiyor’ derler.” S.22
“Müslümanlardan hiçbiri misafir olacağı bir arkadaş edinmeden, İslam diyarından ona bir elbise, karısına bir başörtüsü, bir miktar karabiber, karaca darı, kuru üzüm, ceviz hediye götürmeden onların ülkesinden geçemez. Müslüman bu şekilde arkadaşının yanına gelince arkadaşı onun için kubbeli bir Türk Çadırı kurar, imkânına göre ona kesmesi için koyun verir. Zira Türkler hayvanları kesmezler, ölünceye kadar koyun ve keçinin başına vururlar, böyle öldürürler.
Bu Müslüman onların yanından ayrılmak isterse, develerinden, hayvanlarından biri yolculuk edemez hale gelmişse veya bir şeye ihtiyacı olursa çok yorulan hayvanını arkadaşı Türkün yanında bırakır, ihtiyacı olan hayvan ve malı ondan alır, yoluna devam eder. Gittiği yerden dönünce aldığı develeri, hayvanları, eşyayı geri verir.
Aynı şekilde Türkün yurdundan bilmediği bir insan geçse, ona ‘Ben senin misafirinim. Develerinden, hayvanlarından, malından şu kadar ihtiyacım var’ dese Türk ona istediğini verir. Tüccar bu yolculuğu sırasında ölür, kafile dönerse Türk kafileye gelir. ‘Misafirim nerde?’ diye sorar. ‘Öldü’ derlerse kafileyi indirir. Kafilenin reisi olan tüccara gelir, mallarını gözünün önünde açar, ölen tüccara verdiği mal kadarını alır, bir habbe fazla almaz. Aynı şekilde develerinden, hayvanlarından verdiği kadarını alır. ‘O senin amcaoğlundu. Onun borcunu senin ödemen gerekir’ der.
Eğer o tüccar firar ettiyse yine aynı şeyi yapar. ‘O da senin gibi bir Müslüman’dı. Sen ondan borcunu al’ der. Eğer Müslüman misafirini kervan yolunda (caddede) rastlayamazsa, onun ülkesini, nereli olduğunu sorar. Yol gösterirlerse onu aramaya kalkar, onu bulur, verdiği malları geri alır. Aynı şekilde hediyelerini de geri alır.” S.22
“Oğuzların hükümdarlarından ve reislerinden ilk rastladığımız kişi Küçük Yınal’dı. Müslüman olmuş. ‘Müslüman olursan bize reis olamazsın’ denince Müslümanlıktan vazgeçmiş. Onun bulunduğu yere varınca ‘Sizin geçmenize müsaade etmem. Böyle bir şeyi şimdiye kadar hiç duymadık, gerçekleşeceğini de zannetmiyoruz’ dedi. Ona yumuşak davrandık, nihayet 10 dirhemlik bir Cürcan kaftanı, bir parça paybaf (çuha), birkaç ekmek, bir avuç kuru üzüm, 100 ceviz vererek razı ettik. Bunları verince bize teşekkür için secde etti. Zira Türklerde bir adam bir adama ikramda bulunursa ikram edilen ikram edene secde eder. Küçük Yınal ardından ‘Evlerim kervan yoluna uzak olmasa size koyun ve buğday getirirdim’ dedi.
Ertesi günü yolda giderken Türklerden çirkin, pis, kalbi kara bir adam önümüze çıktı. Şiddetli yağmur yağıyordu. ‘Durun!’ dedi. 3000 hayvan, 5000 adamdan meydana gelen koca kafile durdu. Ona ‘Biz Kuzerkin’in dostlarıyız’ dedik. Gülmeye başladı. ‘Kuzerkin kim oluyor. Ben Kuzerkin’in sakalına pisleyeyim’ dedi. Sonra ‘pekend’ yani, ‘ekmek!’ dedi. Ona birkaç parça ekmek verdim. Onları alınca ‘Geçin! Size acıdım’ dedi.” S.23
“Oğuzlardan biri hastalanınca cariyeleri, köleleri varsa ona bakarlar. Ev halkından başka bir kimse ona yaklaşamaz. Hasta için evlerden (çadırlardan) uzak bir yerde bir çadır kurarlar. Hasta ölünceye veya iyileşinceye kadar orada kalır. Hasta köle veya fakirse onu kıra atıp bırakırlar.
İçlerinden önemli bir adam ölürse ev gibi onun için bir çukur kazarlar, ölüye gömleğini giydirirler, kemerini takarlar, yayını kuşandırırlar, eline içinde şarap (nebiz) olan ağaçtan bir kadeh verirler. Her şeyini getirip bu oda gibi mezara koyarlar. Sonra onu oturtup odanın üzerine çamurdan kubbe gibi bir tümsek yaparlar. Sonra hayvanlarının yanına varırlar. Miktarına göre 100 veya 200, bazen 1 hayvanı öldürürler.
Başları, ayakları, derisi, kuyruğu dışındaki etlerini yerler. Kalan kısımlarını sırıklar üzerine koyup mezarının etrafına asarlar. ‘Bunlar cennete giderken bineceği hayvanlar’ derler. Eğer ölen kişi sağlığında insan öldürmüş, yiğit bir kişiyse öldürdüğü adam sayısı kadar ağaçtan sûret yontup mezarının başında dikerler. ‘Bunlar onun hizmetçileri, Cennette ona hizmet edecekler’ derler.” S.23-24
“Türklerin hepsi sakallarını tıraş eder (yolar), bıyıklarını bırakırlar. Çoğu defa onlardan sakalını yolmuş, çenesinin altında bir miktarını bırakmış ve üzerine post almış ihtiyar bir adam görürsün. Uzaktan bakınca teke zannedersin. Oğuz Türklerinin hükümdarına Yabgu denir. Bu, hükümdarın unvanıdır. Oğuzların başına geçen her kişi bu unvanı alır. Onun vekiline (naibine) Kûzerkin (Külerkin) denir. Yine onlardan her reisin naibine aynı unvan verilir.” S.24
“Gece olunca tercümanla beraber Etrul’un yanına girdim. Kubbeli çadırında oturuyordu. Yanımızda Nezîr el-Haramî’nin ona yazdığı mektup vardı. Mektupta onu İslam dinine girmeye teşvik ediyordu. Ayrıca, ona 50 dinar (altın) göndermişti. Bunlar arasında bazı müseyyebî altınları da vardı. Ayrıca, Nezîr ona 3 miskal misk, sahtiyan deriler, Merv imali elbiseler, kumaşlar göndermişti. Bu şeylerden ona iki gömlek, bir mest, bir dibâ elbise, beş ipek elbise kestik. Ona bütün hediyeleri verdik. Karısına da bir başörtüsü, bir yüzük verdik.
Subaşıya, Nezîr el-Haramî’nin yazdığı mektubu okudum. ‘Dönünceye kadar size kesin bir şey söylemeyeceğim. Ne yapacağımı sultana (Halife’ye) yazarım’ dedi. Bahsettiğim yeni elbiseleri giymek için üzerindeki elbiseyi çıkardı. Altındaki gömleğin birden parça parça olduğunu gördüm. Zira onların ādetine göre bedene temas eden elbise parçalanıp dağılıncaya kadar yıkanmaz. O da sakalını, bıyığını tamamıyla yolmuştu (tıraş etmişti). Bir çocuk gibi kalmıştı. Türkler onun aralarından en iyi süvari olduğunu söylüyorlardı. Bir gün bizimle beraber atına binmiş gidiyordu. Üzerimizden uçarak bir ördek geçti. Hemen Etrul (subaşı) yayını çekti, ördeğin altına doğru atını sürdü. Ona bir ok attı, düşürdü.” S.24-25
Keyifli günler dilerim.
KAYNAKLAR
* https://tr.wikipedia.org/wiki/Ramazan_%C5%9Ee%C5%9Fen
Alıntılar Prof. Dr. Ramazan Şeşen’in “İbn Fadlan Seyahatnamesi ve Ekleri” adlı eserinden yapılmıştır, Yeditepe Yayınevi.