Evrim teorisi denilince akla Jean-Baptiste Lamarck, Charles Darwin ve dedesi Erasmus Darwin gibi adlar geliyor.
Evrim kavramına baktığımızda bunu yalnızca canlıların varlığı ya da dönüşümü bağlamında açıklamak yeterli olmayacaktır. Biyolojik evrim teorisinin öncesine gittiğimizde başka evrimlerin de olduğunu görüyoruz. Örneğin kurumlar, sanat, kültür ve dil gibi olguların evrimleştiğini biliyoruz
Evrim teorilerinin kökenine ilişkin araştırmalar bizi Antik Yunan’a kadar götürür. Bilinen en eski evrim teorisyeni olmasa da Miletli Thales’in (M.Ö. 625-545) burada özel bir yeri vardır.
Antik Yunan’da düşünürler esas olarak varoluş ve yaşam üzerine odaklanmışlardır. Thales suyu varoluşun temeli olarak görür ve yaşamın su ile oluşabileceğini savunur. İlk doğa filozofu olan Thales’in “yaşam su olduğu sürece başlar” dediği aktarılır.
Thales’ten sonra bir diğer doğa filozofu Miletli Anaksimenes (M.Ö. 560-480) buna bir ekleme yapıyor, “varoluşun ve yaşamın oluşabilmesi için su ve havanın karışımına gerek vardır” diyor. Daha sonra Efesli Heraklitos (M.Ö. 540 – 480) bu iki elemente bir de ateşi ekliyor.
Buna ek olarak Heraklitos doğadaki kıt kaynaklar için canlılar arasında bir mücadele olduğunu bunu da canlı çeşitliliğini etkilediğini açıklar. Böylece doğal seleksiyon mekanizmasından ilk bahseden Heraklitos olur.
Heraklitos’tan sonra Empedokles (M.Ö. 495-435) su, ateş ve hava elementlerine bir de toprağı ekliyor. Empedokles’in “canlılar uyumlu olduklarında yaşamlarını ve soylarını sürdürebilir” demesi bir yerde evrim kuramının işareti olarak görülebilir. Empedokles burada farkında olmadan evrimin temel yasalarından biri olan kalıtım yasasına da değinmiş oluyor.
Empedokles’in arkasından İzmir Urlalı hemşehrimiz Anaksagoras (M.Ö. 500-428) gelir. Anaksagoras da yukarıda adları geçen doğa filozoflarını izleyerek önce canlılığı ve varoluşu açıklamaya çalışır. Ona göre varoluş birleşmeyle, yok oluş ise ayrılmayla olur. Anaksagoras gözleme dayanarak şu son derece orijinal düşünceyi ortaya koyar: “İnsan ellerini kullanabilen en akıllı varlıktır”.
Atomcu düşünür Demokritos (M.Ö. 460-370) canlılığın atomların rastlantısal birleşmesi ya da ayrılmasına bağlı olduğunu ileri sürer. Çoğu kayıtlarda Miletli olduğu yazılan Leukippos (M.Ö. 480-420) ise Demokritos’tan farklı olarak atomların bilinçli bir güç tarafından birleşmesiyle evrenin ve canlılığın oluştuğunu savunur.
Derken bu tartışmalara Platon (M.Ö. 428-423) da katılır ve evren olgusunun gerçeği değil, insanın kusurlu algısının bir sonucu olarak tanımlar. Gerek Platon gerekse Aristoteles dolaylı da olsa kendilerinden önceki doğa filozoflarının çizgisinden ayrılarak canlılığın arkasında ilahi bir katkı olduğunu belirtirler.
Aristoteles (M.Ö. 384–M.Ö. 322) ”varlıklar var olabilecekleri yerlerde rastlantısal olarak bulunurlar” diyerek, “evrim tesadüften ibarettir” rastlantısallık düşüncesini ilk kez ortaya koyan isim olmuştur. Ayrıca hayvanlardaki davranış kalıpları ve mutasyonlar hakkında ilk ciddi soruları soran Aristoteles’ti.
Canlılığın gelişimi konusunda dolaylı bir referans da Epikür’den (M.Ö. 341-270) gelir. Mutluluğun en yüksek amaç olduğunu savunan Epikür, aşamalı gelişimi anlatırken ellerden çok dilin ve iletişimin katkısı olduğunu savunur.
Tarihsel olarak evrim düşüncesi genellikle İyonyalı doğa filozofları ve diğer Yunanlı düşünürlerle ilişkilendirilir. Ancak biyolojik evrim fikri, antik Yunanlılardan çok önce Hintli ve Çinli filozoflar tarafından ortaya atılmıştı.
Bugün evrimin gerçekleşmesi için hayatta kalma içgüdüsüne dayalı olarak zamana yayılmış doğal zorlayıcı baskıların olması gerektiğini söyleyebiliriz. Buna göre laboratuvarda yumurtaya verilen radyasyonun yapay baskısıyla elde edilen sonuç evrim değildir.
Ancak her nasılsa dış baskılamanın katkısıyla genetik bellek oluştuğu da bir gerçektir. Örneğin 5 yıl arka arkaya akreplere karşı ilaçlanan bir bölgeye sonraki yıllarda akrep gelmediği tespit edildi. Bölgede gerçekten zehir kaldığından değil, akreplerin belleğinde orada zehir olduğu bilgisi kaldığı için gitmiyorlar.
Önceki insan türleri ile Homo sapiens çene yapısında farklılaşma olduğu görülür. Kurtlarda da saptandığı gibi, yaşam ortamı ve yiyecekler değiştiği sürece çene yapısı da buna paralel olarak uzuyor ya da kısalıyor.
Evrim devam etmektedir, ancak yalnız biyogenetik evrim değil, farklı kavram ve boyutlarda da evrim sürmektedir. Bu noktada Darwin’in çağdaşı olan ve Lamarck’tan etkilenen İngiliz sosyolog Herbert Spencer’a (1820-1903) değinmekte yarar var. Biz onu genellikle “bilim organize bilgidir, bilgelik, organize yaşamdır” sözüyle tanırız.
Darwin’in çalışmalarından haberdar olan Spencer, evrimle ilgili bazı kavramları Darwin’den önce kullanmış ve bunları toplumlar için de kullanmıştır. Yayınlarından sosyolojiyi bilimsel yöntem ve doğa felsefesi temelinde yapılandırmaya çalıştığı anlaşılmaktadır.
Spencer’a göre, tıpkı doğadaki var olma mücadelesinde ” uyum yeteneği olanın hayatta kalması” gibi, toplumlardaki rekabet de iyilerin ön plana çıkmasına olanak sağlıyordu. Spencer toplumları yaşayan organizmalar olarak ele aldı ve sosyal yapılar ne kadar karmaşık olursa karşılıklı bağımlılığın da o derece artacağını savundu.
Toplumların doğal bir özellik olarak iç dengelerini korumak için evrimsel mücadeleye ihtiyaç duyduklarını söyleyerek toplumu doğa yasalarına uyarlamıştır.
Evren başlangıçtan bu yana aynı evren değildir, çünkü evrenin de evrimi söz konusudur. Uzun evrim sürecinde ilk insanların farklı olduğu gibi ilk köpek ya da ilk atların da farklı olduğunu anlıyoruz.
Bu süreç canlıları da toplumları da kapsar ancak zaman sürecin dışında kalır çünkü zaman bir boyut değildir, diğer boyutları sabitleyen olgudur. Zamanın değişmeden daima ileri gittiğini, zaman konisi içinde kalan canlıların yaşam savaşına evrim diyebiliriz.
(Tarkan Vardaryıldız)
(Not: Yukarıdaki anlatılarımda kısmen “Evrim Ağacı” sitesinden yararlandım)