Metin Gülbay
Eski Türklerin inanç, gelenek ve göreneklerine ilişkin seçkinin bu sonuncu yazısı. Tabii ki bu bütünün mini minnacık bir parçası ama sanırım herkesi de sıkmamak gerekiyor. İlgisini çeken var çekmeyen var. Amacıma ulaşabildim mi onu da bilemiyorum. Neydi ki amacın derseniz, Türklerin bugününü anlamak için bin hatta iki bin yıl geriye gidip o zamanlardaki yaşamlarına bakmak gerekiyor diye düşünüyorum, bunun için de bu minik alıntılar dizisini hazırladım derdim. Kim bilir belki birilerinin çok işine yaramıştır. En azından ben öyle olmasını düşlüyorum.
Hiung-nular’da yaşam
(Asya’da uçsuz bucaksız bir imparatorluk kuran ve bizim Hun dediğimiz topluluğa tarihçiler Çinliler’in onlara verdiği adı kullanarak Hiung-nu diyor. Yönetici kliği Türk kökenli olan bu toplulukta birçok Türk olmayan boy da bulunuyordu.)
“M.S.370’ten önceki Hunların tarihinden, bu kavmin Hiung-nu adıyla geçtiği Çin kaynakları ayrıntılı olarak söz eder. Orta Asya’da imparatorluk oluşturmaları, Gobi Çölü’nün kuzey ve güney ucunda M.Ö. 3. yüzyıl boyunca sürmüştür.” (1)
Av savaşa hazırlık demekti
“Hunlarda kılıç çeken adam kılıçla öldürülürdü. Suçlulara ağır cezalar uygulanırdı. Ölüm cezası, sıradan olaylar için pek düşünülmezdi. Buna karşılık tutukluluk pek seyrekti ve on günü pek geçmezdi.
Hunların göçebe oldukları açık. Bir yerden başka bir yere sürülerini önlerine katarak göçerlerdi. Atlarının, koyun ve sığırlarının sayısı belirsizdi. Eşeği, katırı ve deveyi de bilirlerdi. Toprağı işlemezler, bu işi aşağı görürlerdi. Bununla birlikte, devlet ileri gelenlerinin tümü ve savaşçıları kendilerine toprak ayırırlardı. Toprağı işlemekte, tutsakları ya da borçlandırdıkları yabancıları zorunlu tutarlardı.
Hunlar atçı bir halktı. Atı başka halklar da bilirdi, ama yalnızca yük çekmek için kullanırlardı. Asya’nın bu bölümünde at sırtına ilk binen halk Hunlar oldu. Ava, savaşa at üstünde giderlerdi. Çocuklarını ata alıştırmak için, daha küçükken oyun biçiminde, onları kuzuların, koyunların sırtına bindirirlerdi. Ellerine ok, yay vererek kuşlara, gelincik ve sıçanlara atış yaptırırlardı.
Savaş tutkusu tavsar düşüncesiyle, barış dönemlerinde büyük avlar düzenlerlerdi. Ancak, vurdukları hayvanın etine pek darda kalmazlarsa el sürmezlerdi. Besledikleri hayvanın etini yerlerdi.
Onlar için yaşamın anlamı savaştı. İrili ufaklı birlikler biçiminde toplanırlar, düşmanın üzerine şaşırtıcı hızla baskınlar yaparlardı. Karşılarına haklarından gelemeyecekleri bir güç çıkmışsa, karmakarışık biçimde yüz geri ederlerdi. Ama bu kaçışları bile savaş tuzağı olarak değerlendirirler, bir aralık şimşek gibi bir hızla geri döner; çabucak ve sıkı bir düzenle sıraya girerler, ne olup bittiğini anlamayan düşmanın üzerine saldırırlardı.” (2)
Tul sözcüğü çok ama çok yaşlıdır…
“Eski Türk abidelerinden birinde ölen şahıs tarafından söylenmiş şu mısralar dikkat çekicidir: ‘61 yaşında sonra ben, gökyüzünde güneşi görmedim. Benim karım tul kaldı.’ Bu mısralar gösteriyor ki, tul kelimesi maket anlamında değil, kocası ölmüş dul kadın anlamında kullanılmaktadır.
Tul kelimesinin ikinci anlamıyla Sibirya Türk dillerinde ve Orta Asya dillerinde, Kırgızcada, Uygurcada, Eski Osmanlıcada, Lebedcede, Şorcada, Teleütçede, Sagaycada, Koybalcada, Komancada kullanıldığını Radloff da kendi döneminde tespit etmiştir.
Çağdaş Türk dillerinde, Kırgızcada, Kazakçada, Türkmencede, Türkçede, Özbekçede, Uygurcada, Çuvaşcada ve diğer Türk dillerinde Eski Türkçeden kaynaklanan tul kelimesinin değişik fonetik ve semantik varyantları vardır. Örneğin Tuvaca’da dul~dulguyak yani kelimenin morfolojik transformasyonu olarak tul~tuluk~tulku~tulguyak yaşamaktadır.” (3)
İçki masası devamlı olarak otağın ortasında dururdu!
“Türk kavimlerinin yayıldığı bütün Orta Asya ile Doğu Avrupa’nın her bölgesinde, elinde bir içki kadehi tutan heykellere rastlamak mümkündür. Bu gelenek, Batı Türkistan ile Afganistan’a doğru da, yayılarak inmiştir.
Hele Güney Sibirya, ‘Elinde içki kadehi tutan heykeller’ ile doludur…
Hakanların otağları ile evlerde içilen içkiler, düzenli bir tören ile protokole bağlı idi. İçki kadeh ve sürahilerinin konduğu küçük bir masa, devamlı olarak otağın ortasında dururdu. Ayrıca içkiye başlamadan önce ‘Yer ve Su Tanrıları için, içki saçma’da, yine çok sıkı ve belirlenmiş gelenekler ile yerine getirilirdi. Aslında Türklerde adı geçen içki, kımız idi. Kımız içme ise, günlük yiyecek ve gıda yerine geçiyordu. Birçok gezgin Orta Asyalıların at sütlerinin boy olduğu mevsimlerde, yemek yerine yalnızca kımız içtiklerini, açık bir dil ile anlatmaktadırlar.” (4)
Eski Türkler üzüm şarabına ne derdi?
“ ‘Bor’, Türklerin üzüm ve bilhassa üzüm şarabı için kullandıkları ikinci bir sözdür. (birincisi üzüm’dür, M.G.) Kökleri, Türklerin komşuları ve Batı Türkistan’ın yerlileri olan Soğd dilinden gelmiştir.
Oldukça, geniş bir şekilde incelenmiş olan bu söz üzerinde, biz burada ayrıca durmayacağız. Kanaatimizce bor sözü, -Orta Asya’da, çeşitli ve yabancı kültür çevreleri ile sıkı bağlar kurmayı başarmış olan- Uygurların doğurdukları, bir kültür sözü idi.
Eski Türkler üzüm şarabı için, çoğu zaman bor diyorlardı. Ancak eski Türk kaynaklarında şarabı tanıtan ‘bor bekili, bor bekini, bor bekni’ gibi deyişleri de görmüyor değiliz.” (5)
Türkler “bira”ya ne ad verirdi?
“Bira ve boza, yani arpa, buğday ve darı gibi tahıldan yapılmış içkilere Türkler, bekni diyordu… Böylece Türkler bor (üzüm şarabı demektir, b.n.) demek ile yetinmiyorlar ve bunu, bekni sözü ile de, bir defa daha tanıtmış oluyorlardı.” (6)
Hunların dini neydi?
“Birçok bilgin, totemizmi insanlığın ilk dini sayar. Totemizm inancında genellikle bir topluluk, bir bitki türüne ya da bir nesneye mistik, akrabalık duyguları ile bağlıdır. Bu bağlanışın belli görev, yasak ve törenleri söz konusudur.
KURT ATA: Hunlar da hayvan atadan geldiklerine inanırlardı. Hayvanı kendisine uyulacak, ders alınacak bir örnek sayarlardı. İnsanın davranışları hayvana bakılarak ayarlanır, düzeltilirdi. Hayvanda düşünmek erkeğin, savaşçının davranışını belirlerdi. Göçebeyi yaratıcılığa, akıncılığa ve amansız başbuğluğa yönelten, işte bu inançtı. Böylece göçebe, dünyayı kendisi için var olan bir yağma ve talan yeri sayıyordu. Ancak böyle düşünebiliyordu. Totemizmin başlıca şu özellikleri vardır:
– Totem ile topluluk arasında duygusal akrabalık vardır. Başka bir söyleyişle, aynı totemden olan kişiler aynı atadan geldiğine inanır.
– Bireyler totemin adını işaretlerini taşır.
-Aynı totem çevresinde toplanan kişilerin birbiriyle evlenmeleri yasaktır.
– Totemden olan kişiler için totem olan hayvan ya da bitkiyi yemek yasaktır.
– Totemin, inanan topluluğun üyelerine yardımcı olduğuna, onları çeşitli tehlikelerden koruduğuna inanılır.
Genellikle hayvanlar totem sayılmıştır. Kimi zaman söz konusu hayvan yerine, onun bir parçası (kuyruğu, dili, pençesi, tüyü, vb.) totem yerine geçer. Hayvan totemleri, en çok avcılıkla geçinen ilkel toplumlarda görülür. Türklerde totem inancına uygun kimi inanç ve davranışlar izlenir. Türkler, kurdu ata tanırlar. Söylenceye göre, Asya Hunlarının hanı Mo-tun’un (biz onu yanlış okuma sonucu Mete diye biliyoruz, b.n.) soyu ejdere dayanır. Büyük olasılıkla, ejder çok eski dönemlerde tapınç olmalıdır.
GÖK TANRI: Bozkır halkları inancında Gök Tanrı tek yaratıcı olarak görülür. Tengri (gök) din sisteminin merkezinde yer alır. En yüksek varlıktır. Bu inançta Gök-Tanrı yaratıcı, tam güç sahibidir. Çoğu kez Gök-Tanrı diye anılır. Ona kurbanlar sunulur. Eliade’ye göre, Gök-Tanrı inancı, Orta ve Kuzey Asya topluluklarına özgü, özgün inanç anlayışıdır. Giraud için, doğrudan ‘bütün Türkler’in ana tapınımıdır.’
Gök-Tanrı genellikle kişilerin yaşamına aracısız karışır. Buyurduğu istemlerine uymayanı cezalandırır. Gök’ün istemine karşı gelinmez. Ant içme, şükür Gök tanrıya yapılır.
Asya Hunlarının hanı Mo-tun, M.Ö. 176 yılında Çin İmparatoruna yolladığı bir mektupta utkularını önce Gök-Tanrı’nın yardımıyla kazandığını bildiriyor. Dördüncü yüzyıl başlarında Hun Devleti’ni kuran Liu Yüan, genç yeğeninin yiğitliği karşısında ‘Gök-Tanrı, bu kişiyi Hunları düşünerek dünyaya getirdi’ diyor.
Asya’da tarih sahnesinde görülen halklardan Gök Tanrı inancının izleri görülüyor. Hunlar, Tabgaçlar, Göktürkler, Uygurlar Gök-Tanrı’ya kurbanlar sunuyor.
KUTSAL ATA: Eski Türk inançlarından biri de ataya tapınçtır. Ataya tapınç olayı da evrensel inanç kavramlarındandır. Ataya tapınç, insanın ölümün kaçınılmazlığını bilen tek yaratık olmasından kaynaklanır. Ne var ki, bu gerçeği bilmek yetmez. Kişi, bunu düşünmeyi her dönemde, hem de dirençle yadsır. Ata, kendisine tapacak soyu var olduğu sürece yaşayacağına inanır.
Ata tapıncında baba/ata, öldükten sonra ruhları aracılığıyla aile bireylerini korur. Bu yüzden onla saygı gerekir. Ataya tapınçta en özgün özellik, insan kurban etme geleneğidir. İnsan kurban geleneği, Uzak Doğu halklarında vardır. Hunlar’da insan kurbanı olayının kimi izleri sezilir. Sözgelimi Hunlarda yakın akrabaların birlikte gömülmesi olayından söz edilir. Ama bu geleneğin Hunlarda bulunup bulunmadığı kesin değildir.
Ata tapıncının bir özelliği de ata anılarının kutlu sayılmasıdır. Hunlar her yıl mayıs ortalarında atalarına kurban sunar. Ata mezarlarına yapılan saldırılar ağır cezalar gerektirir. Attila, Hun hanları aile mezarını Bizans piskoposunun soyması yüzünden 2. Balkan seferini yapar. Bu inanca göre, ölülerin silahları değerli eşyaları, takıları ile birlikte gömülür. Böylece öteki dünyada, ölen kişinin rahat yaşamı sağlanmış olur. Hunlarda, yenilen düşmanın kafatasını altınla doldurup kadeh yapma geleneği de vardır. Asya Hun hanı, Yüe-çi hanının kafatasını içki kabı olarak kullanmıştır. İbrahim Kafesoğlu, bu inancı güney kültürü olarak gösterir. Ancak, bu inanç Türkler arasında uzun süre yaşamışa benzer. Bulgarlar da aynı geleneği uygulamışlardır. Çok sonra Safeviler arasında da bu gelenek sürmüştür.
DOĞAYA TAPINMA: Asyalı Hunlar, ilkyaz ve son yazlarda atalara ve doğa tanrılarına kurbanlar keserler. Han Tanhu, gündüz güneşi, gece dolunayı ulular. Hunlar, Göktürkler, Uygurlar girişimlerini ay-yıldız hareketleri ile denetler. Tabgaçlar ilk ve sonyazda atalara kurban sunarlar. Kurbanlar taş ev tapınağı içinde kesilir, çevreye kayın ağaçları dikilir. Bunlardan kutlu ormanlar oluşur.
Saldırıyı ve savaşı ancak ayın büyümekte olduğu ya da dolunay biçimine geldiğinde göze alırlardı. Büyük han her sabah çadırından çıkar ve tapınır biçimde güneşi selamlardı. Uğur getiren yeni ayı gördüğü zaman da aynı saygı ile ayı selamlardı.
YER-SU: Yer-Su ruhlarının en özgün göstergesi dağlardır. Hunlar eski yurtlarında Han-yoan Dağı’nda her yıl Gök Tanrıya kurban keser. Gan-tsuan-şan Dağı, Hunlar’ın kutsal dağlarındandır. Hun hanları Çin’le yaptıkları sözleşmeleri Hunda Dağı tepesinde kurban keserek antlarla pekiştirirler.
Gök Tanrı tapıncı ile dağ tapıncı birbiriyle yakından ilgilidir.
Söylencelerde Orta Asya’nın verimli dağları Çinlilerce tutulduğu dönemlerin anılarını yansıtır. Bolluk dağlarını yitiren göçebeler bu dağların anılarını uzun yıllar anımsayacaklardır. Hunlar, Gansu ilindeki Tsilenşan Dağı’ndan ayrıldıktan sonra ağıtlar yakacaklardır.
Bu inançta dağlar, ırmaklar, göllerin tümü canlı nesnelerdir. Kutsadıkları ırmaklar, göller salt yerel nesneler değildir. Konuşan, duyan, evlenen, çoluk çocuk sahibi olan varlıklardır.
Çin kaynaklarına göre, Orta Asya Şamanizminin esasları Gök Tanrı, Güneş, Ay, yer, su, ata, ateş (ocak) tapınçlarıdır. Dinsel törenler belirli bir düzen içinde yapılır. Hakanın otağındaki tapınakta her yılbaşında tören yapılır. Törene yirmi dört Hun boyunun başbuğu katılır. Yılın beşinci ayında Lung-çeng kentinde toplanırlar. Atalara, Gök Tanrı’ya, yer-su ruhlarına kurbanlar sunarlar.
Son yazda atlar iyi beslenmişlerdir. Orman yanında toplanırlar. Çevreyi dolaşırlar. Halk ve hayvan sürülerinin sayımı yapılır. Hakan günde iki kaz tapınım için çadırından çıkar. Sabah güneşe, geceleri aya tapar.
M.Ö. 121 yılında Çinliler bir Hun prensini yenip otağı ele geçirir. Savaş kazancı arasında bir de altın put vardır. Çin tarihçilerine göre, Hun prensi bu put karşısında Gök Tanrı’ya kurbanlar sunar.
Hunlardan sonra Orta Asya’da devlet kuran çeşitli Türk soyları da Gök Tanrı’ya, yer-suya, Güneşe, Aya kurbanlar sunuyorlar. Dinsel inançları Hunlarınki gibi.” (7)
Hiong-nular’ın etnik kökenlerine dair tartışmalar yeni yeni aydınlanıyor
“Ligeti’ye göre ilk-Asyalılardır, Shiratori için proto-Moğollar’dır, ve Pelliot, Hambis gibi (daha sonra Shiratori de onlara katılacaktır) pek çok bilim adamına göre proto-Türklerdir. Bu son görüş akla en yakın olanıdır, ama bu, proto-Türklerin imparatorluktaki tek göçebe topluluk anlamına gelmeyeceği gibi, sayıları en kalabalık topluluğun Türkler olduğu anlamına da gelmez. Hiong/nu İmparatorluğu içinde de, bozkırda doğan ve bozkırda ölen diğer tüm imparatorluklar için de aynı şey geçerlidir: Değişik soylardan pek çok ulus belli bir süre için bunların boyundurukları altına girerler, zorla ya da gönüllü olarak bunlarla birleşirler, başlarındaki şef güçlü olduğu sürece kökenlerinin ne olduğunu unutmaya hazırdırlar ama şef gücünü kaybetmeye başlayınca her an kimliklerini yeniden hatırlayabilirler.” (8)
Uar veya var hangi dile aittir?
“ ‘Var’ veya ‘uar’ kelimesi kadim Türkler’in eski bularak kullanmak istemedikleri Hun dilinde ‘nehir’ manasına geliyordu. Nitekim bu kelime Altaylar’da özel anlamını korumuştur. Orada Ursul (veya Urusul) nehrine Uar denilmektedir.” (9)
Eski Türkler küpe takar mıydı?
“Eski Türklerde küpe takmak, her çağda yaygın bir moda halinde görülüyordu. Küpeyi Türklerde yalnız kadınlar değil; erkekler de takardı. Fakat ‘kadın ve erkek Türk küpeleri’ arasındaki ayrılıkları burada gösterebilecek kadar yeterli bilgimiz yoktur.
Hatta İslâm kaynakları, Hülegü Han’dan söz ederken bile, onun takındığı küpelerinden söz açmayı ihmal etmezlerdi. Çin kaynakları ile eski Orta Asya Türklerini gösteren minyatürlerde de, erkeklerin küpe takındıklarını, açık olarak görüyoruz.
Osmanlı tarihinde de, bunun birçok örneği vardır. Bugünkü Orta Asya küpeleri hakkındaki derli toplu bilgiler ise Radloff tarafından derlenmiştir.” (10)
Göktürkler ne giyer, nasıl avlanırdı?
“Suyab halkının yünlü kumaşlardan yapılmış elbiseler giydiğini de kaydeden Hüen-Çang, Suyab’a gelirken şehrin yakınında T’ong Şe-Hu Kağan ile karşılaşmıştı. Kağan o zaman kudretinin doruğunda bulunuyor, hākimiyeti Ceyhun’un güneyindeki topraklara kadar uzanıyor, oğlu yabgu unvanı ile merkezi Kunduz olan Toharistan’ı idare ediyordu. T’ong Şe-Hu Kağan Çinli rahibi güler yüzle karşıladı. Kağan bu esnada ava çıkmaya hazırlanıyordu; üzerinde yeşil satenden bir kaftan vardı, saçlarının hepsi görünüyordu. On ayak uzunluğunda bir ipekli parçası alnını birkaç defa sardıktan sonra arkaya sarkıyordu. Maiyetini teşkil eden iki yüz kişinin saçları ise örgülü olup bunlar gümüş işlemeli elbiseler giymişlerdi. Rahip Kağan’a refakat eden askeri birliklerin atlara ve develere (?) bindiklerini görmüştü. Bunların ellerinde mızraklar, bayraklar ve yaylar bulunuyordu. Onlar ince kumaştan elbiseler ve kürkler giymişlerdi. Hüen-Çang sözlerine devam ederek diyor ki: ‘bu askerlerin dizisi o kadar uzun idi ki, dizinin sonunu görmek mümkün olmuyordu. Sonra avdan dönen kağan şehrin yakınındaki karargâhında (ordu) muhteşem bir toy verdi. Kağan’ın çadırı altın çiçeklerle bezenmiş büyük ve geniş bir otağ olup göz kamaştırıyordu. Takuvan denilen ve altın işlemeli elbiseler giyen saray memurları kumaş geçirilmiş hasırlar üzerinde iki dizi halinde oturmuşlardı. Kağan’ın muhafızları da saray memurlarının arkasında ayakta duruyordu.” (11)
960 yılında ne kadar Türk İslâmiyet’i kabul etti?
“Volga Bulgarlarının İslâm’a girişi Türkler arasında İslâm’ın yayılışı yolunda büyük bir adımı temsil ederken, Orta Asya’da binlerce kimsenin İslâm’a girdiği 960-961 yılı da en büyük adımı temsil etmektedir.
Kaşgarlı Mahmud ve İbnü’l-Esîr bu yılın hadiselerini şöyle dile getirirler: Bu yıl içinde Türkler’den yaklaşık iki yüz bin hargâh Müslüman olmuştur. Hargâh da, içinde bir ailenin barındığı çadır demektir.
Eğer orta kalabalıkta bir aile üç ile beş kişi arasında kabul edilecek olursa, buna göre, sadece o yıl Müslüman olan Türklerin sayısı altı yüz bin ile bir milyon kadardır.” (12)
Ne dinimden ne içkimden vazgeçerim
“Türk kabileleri arasında, İslâm’ın hükümlerini uygulama noktasında farklı seviyeler söz konusudur. Mesela; Karahanlılar bir anda içkiyi de bırakarak İslâmi hükümleri son derece titizlikle takip ederken; Ceyhun Nehri’nin güneyinde kalan bölgelerin idaresini Samanoğulları’ndan devralan Gazneliler, İslâm’ın haram kıldığı bazı hususlarda gevşek davranmışlardı. Gazneli Mahmud’un (998-1030) haramları işlemekten çekinmediği herkesçe bilinen bir gerçekti.” (13)
Ben Metin Gülbay, herkese keyifli bir hafta sonu dilerim.
KAYNAKLAR
1 Karoly Czegledy, Bozkır Kavimlerinin Doğu’dan Batı’ya Göçleri, s. 16-17
2 Türkler’in Dili, Fuat Bozkurt, Kapı Yayınları
3 Irıs Beybutova, Eski Türkler’de Atalara Tapma Felsefesi, Sibirya Araştırmaları, S.308
4 Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, cilt 4, s.160
5 aynı yapıt cilt 2, s.328
6 aynı yapıt cilt 2, s.328
7 Türkler’in Dili, Fuat Bozkurt, Kapı Yayınları, S.24
8 Jean Paul Roux, Orta Asya Tarih ve Uygarlık, S.89
9 L.N.Gumilöv, Hazar Çevresinde Bir Yıl, S.234
10 B.Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, cilt 5, s.243
11 Faruk Sümer, Eski Türkler’de Şehircilik, S.13
12 Saîd Abdülfettâh Âşûr, Araplar ve Türkler Arasında İlk Tanışma, Türk-Arap Münasebetleri, s.298
13 aynı yapıt, s.300.