İsmail Boy
Son birkaç aydır ülkemizde sürekli yeni ekonomik modellerden bahsediliyor; önce Çin veya Uzak Doğu modeli denildi, yüksek kur ve düşük yerli para politikalarından söz edildi, sonrasında kendi modelimiz diye kur korumalı mevduat ile yerli para özendirilmeye çalışıldı, ayrıca “Heterodoks” iktisat politikalarından bahsedildi.
Ülkeler yeni ekonomik model arayışlarına durup dururken ihtiyaç duymazlar, ciddi ekonomik krizlerle karşılaştıklarında mevcut modelin yürümediği ve yeni bir modele geçilmesi gereği ortaya çıkar.
Bizim hükumetimiz her ne kadar Türkiye’nin ekonomisinin uçuşa geçtiğini ve yakın bir gelecekte dünyanın en büyük 10 ekonomisi içine gireceğini söyleyerek ekonomik krizleri inkar ediyor olsa da krizin tam içindeyiz, her şey güllük gülistanlık olsaydı yeni ekonomik model arayışlarına ne gerek vardı?
Ekonomik model arayışları sadece bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için geçerli bir şey değildir, gelişmiş ülkeler de krizlerle karşılaştığında yeni model arayışlarına girerler ancak gelişmiş ülke krizlerinin etki alanları çok daha geniş olduğu için yaşadıkları krizlerin ardından ortaya koydukları yeni modeller de kendilerinin yanı sıra aynı modelleri uygulayıp krizle karşılaşan birçok ülkede de uygulanır.
Ekonomik krizler ile ekonomik modeller arasındaki ilişkilerinin kısa tarihçesi şöyle;
18. yüzyılın son çeyreğinde İngilizler buhar makinası ile kitlesel sanayi üretimi yapmaya başlayınca “Endüstri Kapitalizmi” doğmuş oldu. Aynı yüzyılda İskoçyalı bir ekonomist olan Adam Smith de “Ulusların Zenginliği” adlı eserinde “serbest piyasa”dan söz etmeye başladı, Adam Smith’e göre, piyasalar tamamen serbest kalmalıydı, bu serbesti her ne kadar denetimsizlik anlamına gelecek olsa da piyasada oluşacak “görünmez bir el” her şeyi doğru bir şekilde organize edecekti, Smith bu tezinin açıklamasını şöyle yapıyordu: Piyasada bir ürün azalmışsa fiyatı yükselir ve kârı artar, bunu gören diğer piyasa oyuncuları o ürünü üretmek için harekete geçer, piyasada o ürün bollaşır. Rekabet nedeniyle ürünün fiyatı tekrar düşer, ürün fiyatı maliyetinin altına indiğinde ise piyasadan bazı oyuncular çekilir ve piyasanın istediği fiyat dengesi belirlenmiş olur. Bu modele de “Liberal ekonomik model” adını verdiler.
Liberal ekonomik model 1. Dünya Savaşı sonrasına kadar sorunsuz işledi, savaş sonrası Avrupa ülkelerinin altın karşılığı para basımından vazgeçmesi ile dünya altın miktarının yaklaşık %40’ı ABD’de toplanmaya başladı. Bu durum ABD’de büyük bir ekonomik sıçramaya, varlık değerlerini şişirmeye ve borsada balonların oluşmasına neden oldu. Öyle ki yüksek kârları gören halk çılgın gibi her şeyini satıp borsadaki hisse senetlerine yatırmaya başlamıştı, ABD hükümeti deflasyonist bir politika ile fiyatları düşürmeye kalkınca ekonomik faaliyetler de gerilemeye başladı ve 24 Ekim 1929’da tarihe “Kara Perşembe” olarak geçen seansta New York borsası 4 milyar dolar kayıp ile tam anlamıyla çöktü ve meşhur 1929 dünya büyük ekonomik krizi başladı.
Bu ekonomik buhrandan çıkmak için İngiltere New Hempshire’deki “Bretton Woods” bölgesinde toplanan 44 ülke ve 730 delege ile mevcut “liberal ekonomik model” terk edilerek İngiliz iktisatçı J. M. Keynes’in ortaya attığı yeni bir ekonomik modele geçildi. Adına “Karma ekonomik model“ denilen bu sistemin ana prensibi devletin gerektiğinde bir oyuncu olarak piyasalara girip fiyatları ayarlama görevinin olmasıydı. Böylece devlet bazı ürünlerde sübvansiyon uygulayarak piyasa fiyatlarının yükselmesini engelliyordu.
Bu yeni “Karma ekonomik model”in” ömrü de 1973 yılındaki dünya petrol krizine kadar sürdü. 1971 yılında ABD doların altın karşılığı basımından vazgeçerek serbest dalgalanmaya bırakınca hem dolar hem de diğer para birimleri değer kaybetmeye başladı, Petrolünü dolara bağlı olarak satmaya çalışan petrol üretici ülkeler (OPEC ) petrolü varil fiyatını 3 dolardan 12 dolara çıkardı. Bu hızlı ve fahiş artışa dolar ve diğer para birimlerindeki değer kaybı da eklenince hem enflasyon hem de durgunluk (stagflasyon) ortaya çıktı ve dünya yeni bir kriz ile daha karşı karşıya kaldı.
Karma ekonomi modeli krizinden çıkmak adına ortaya konulan yeni sisteme “neoliberal ekonomik model” denildi. Bu modelin en önemli özelliği ise ekonomik refahın temelinde özel teşebbüsün olduğunu ileri sürerek piyasayı kısıtlayan tüm düzenlemelerden uzaklaşmaktı.
Neoliberalizm dizayn edilirken, ortaya çıkması muhtemel krizleri yönetebilmek için “krizden fırsat yaratmak adına daha fazla neoliberalizm” politikaları da bu konsepte yerleştirildi. Öyle ki devlet, sadece piyasa hakimiyetinin tarafında bulunmakla kalmayıp, muhalefetin her türlü protestosunu güvenlik güçleriyle ve şiddetle bastırmaya çalışan, otoriter, despot, paramiliter ama yozlaşmış sivil toplum örgütleri (STO) ile uyum içinde olan ve hatta bu oyunun esas kurucularından biri haline geldi.
Neoliberalleşme sürecinde geçirmiş olduğu değişim sonunda devletin artık “başka türde bir devlet” olduğu ortaya çıkmıştır. Toplumsal koordinasyon merkezlerinin yerine finansal kaynak ve siyasi güç biriktirme mekanizmalarının almasına hizmet eden, gerektiğinde mevcut yasaları ihlal eden, devlet pratiğinde İllegalleşmeyi ve enformalleşmeyi (her türlü kayıt dışılığı) kurumsallaştıran yasaklayıcı, cezalandırıcı, yaşam alanlarını ve ortak değerleri korumaya çalışan halka karşı da rövanşist ve silahlı askeri güçleri kullanmaya kadar varan bir “devlet” vardı artık.
Bu model ilk kez kanlı bir şekilde Şili’de uygulamaya konuldu, Seçimle iktidara gelmiş olan sosyalist lider Allende, General Pinochet komutasındaki askeri darbe ile devrilmiş ve Allende’nin ölümü ile sonuçlanan bu darbe sonucu onun ikameci ekonomi politikaları terk edilerek birçok kamu kuruluşu özelleştirilmiştir.
Ülkemiz ise bu model ile 12 Eylül askeri darbesinin desteğinde Turgut Özal sayesinde tanışmış oldu. Daha sonra kurulan koalisyon hükumetleri nedeniyle çok fazla uygulama alanı bulunamayan neoliberal ekonomik model, yaklaşık 20 yıllık bir aradan sonra 2001 krizi ile tek başına iktidara gelen AKP hükümeti tarafından uygulamaya alındı. Bugün artık Türkiye’de ne sivil toplum örgütlerinin ne üniversite öğrencilerinin ne de gerçek emek dostu sendikaların protestolarına imkan tanınmakta.
Böyle bir ortamda iktidar, uygulamakta olduğu neoliberal politikalardan vazgeçmedikçe, ekonomik krizden kurtulmak adına yeni ekonomik modeller araması sadece havanda su dövmek olacaktır.
Yazıyı Karl Marx’ın kapitalizmde yaşanılan krizler ile ilgili şu sözleri ile bitirelim: “Her krizin kökünde aşırı kâr etme hırsı yatar, bu kârların düşme eğilimine girmesi ile de krizlerle karşı karşıya kalmak kaçınılmaz olur.”