Bu yazı, bundan 15 yıl önce bir Ege gezisinde kaleme alındı. Aradan geçen bu kadar zaman sonra bile hâlâ güncel olduğuna inanıyorum.
Buyurun gelin, ben o geziyi hayalimde tekrar yaşayayım.
Siz de bana yarenlik edin.
Biraz tarih. Biraz sanat. Biraz kültür.
Ege’de kanla sulanmış bir ova var.
Kan akmış. İnsanlar öfkenin en kor ateşi ile birbirlerini boğazlamış.
Kılıç darbeleri, kafaları, kolları, bacakları koparmış.
Tunç mızraklar insan bedenine şimşek gibi girmiş, paramparça etmiş.
Bu vahşetin sonunda, devasa bir imparatorluk yıkılmış. Galip kral ego ambarına bir parça daha mağrurluk katmış. Gururunu cilalamış.
Hangi ova olduğunu ve bu ovada hangi tarihte kimlerin bu vahşet sahnesinde rol oynadığını tahmin edenler olabilir. Biraz sonra ben de açıklayacağım.
Ama önce birkaç acı soru.
Bir insan, Neden bir gün atına atladığı gibi yüz binlerce askerin önünde son hızla ileri atılır, binlerce kilometrelik menzillerde, yeri göğü kana bulamaya çıkar?
Birkaç gün önce arkadaşları ile ava çıkmış, şarap eşliğinde av etini müthiş bir haz ile yemiş binlerce genci, hangi delici bakışlarla, yüreklerinin neresinden yakalar?
Hangi sözler, ağızdan çıktığı anda birer balyoza dönüşür ve genç askerlerin ruhlarındaki sukuneti, barışı paramparça eder?
Nasıl bir güç, bu gülen, ağlayan, korkan, üzülen gençleri evlerinden, bahçelerden, şehvet dolu yataklardan toparlayıp bir araya getirir, acımasız bir savaş makinesine dönüştürür?
İnsanlığın uygarlık yolculuğunun en heyecan verici kavşaklarından birisi olan Lidya ülkesinin Başkenti Sardes’i yerle bir eder?
Pers Kralı Kyros
Salihli’yi geçince, hemen sağda birkaç Anadolu piramiti göze çarpar. Bu piramitlerin konduğu ova, Pers Kralı Kyros’un, Lidya’nın son Kralı Krezüs’ü (Kroisos) yendiği ve esir aldığı yerdir.
Ana yoldan bereketli ovayı seyrederken, insan bu sorulara cevap arıyor.
İyice dalıp giderseniz, az sonra orduların ovada aniden belireceğini, hücum borusu çalar çalmaz, vahşet ve yok etme duygusu ile yoğrulmuş canlı savaş makinelerinin, otomatiğe bağlanmışçasına kıyıma başlayacağını düşünmeniz de mümkün.
Bir an bunu hissettim. Bu savaşta safımın elbette hemşerilerim, atalarım olan Lidyalıların yanı olacağını kalbi olarak kabullendim.
Kyros ve Krezüs arasındaki savaş bir başka dehşet verici.
Bir başka entrikalar düğümü… Bir başka lanet senaryosu…
Yola devam edersiniz.
Kula sizi mağrur ve unutulmuş tabelası ile selamlar.
Yer, bozkırın siyah/beyaz sadeliğini giyinmiştir. Gökyüzü beyaza çalan mavi, yeryüzü kapkaradır. Aslolan kara ve beyazdır, gerisi ayrıntıdır der gibi.
Ovayı aşıp sola baktığınız anda, birkaç bin yıla ancak ulaşabilen hayal gücünüzün sınırları, bir anda milyonlarca yıllık bir uçsuz bucaksızlığa genişler,
Anlamaya çalışırsınız, kalakalırsınız.
Hemen solda, ana yoldan birkaç kilometre ötede Divlit Yanardağı, yeryüzünün hiç bitmeyen estetik ameliyatının bir izi gibi dikilir. 12 bin yıl önce patlamıştır. Ama, bir milyon yıllık bir patlamalar dizisinin son evresidir.
Etekleri ve tabanı, çevresinde kilometrelerle ölçülen bir alan, bir zamanlar hayatı bitirmeye akan lavların taşlaşmış mirası gibi kapkaradır.
Kula ve çevresinde 4 tane aşınmamış, muhtemelen patlama potansiyeli taşıyan yanardağ, 9 tane de aşınmış, faaliyeti bitmiş yanardağ vardır.
26 bin yıllık insan ayak izleri
Demirköprü Barajı’nın yanındaki Sindel Yanardağı’nın eteklerinde, taşlaşmış lavlar kazıldığında altından insan ayak izleri çıkar.

Bilim bu izleri yaklaşık olarak 25 bin yıl geriye tarihlendirmektedir. Bu izlerden sadece Fransa ve Macaristan’da olmakla birlikte, bu kadar çok sayıda, kadın, erkek ve çocuk ayak izleri sadece Sindel çevresindedir.
Tarih, doğa, kültür Ege’nin bu bereketli topraklarında Kula adlı hazineyi el birliği ile örmüş, sarıp sarmalamış, neredeyse hiç bozulmadan yirmi birinci yüzyıla hediye etmiştir.
Kula’da sadece insanlık tarihi değil, yeryüzünün sancılı estetik operasyonlarını kaydeden jeolojik tarih de sahnededir.
Jeolojik tarihi uzmanına bırakalım.
Dikkatimizi, yine Kula’nın insanla buluştuğu ilk çağlardan bu yana yöneltelim.
Yani, Amasralı hemşerimiz, tarihçi Strabon’un verdiği isimle Katakekaumene’ye odaklanalım. Bir turizmci gözü ile baktığım için Kula’ya gelecek bir tatilcinin zamanını nasıl geçirebileceğini anlatalım.
Yolumuza devam edelim.
Solda, Gökçeören Beldesi’ni kuzeyden çeviren aşınmış volkanları geçince, hemen birkaç kilometre içeride Emre Köyü’nü (aşağıdaki fotoğraf) görürsünüz.

Yunus Emre Kulalı mı?
Adından anlaşılacağı gibi, Anadolu’nun birçok yöresinin sahiplendiği Yunus’un türbesinin bulunduğu köy olarak biliniyor.
Girişten başlayarak herkesi içine alıveren manevi bir sis, sanki Emre Köyü’nün doğru adres olduğuna, Yunus’un burada Hakk’a yürüdüğüne ikna eder sizi.
Emre Köyü, adını kurucusu Tapduk Emre’den alır. 700 yıllık bir geçmişi vardır.
Bir tarihi çeşme, Carullah Bin Süleyman’ın inşa ettirdiği muhteşem cami ( 1547/1548), hamam, konaklar ve pazar yeri buram buram Osmanlı/Selçuklu kokar. Tekke ve medrese de Osmanlı’nın iz bırakmış mühürleridir.
Carullah Bin Süleyman Camii’ne bir parantez açalım, benzeri az bulunur ahşap ve taş işçiliğini, duvar resimlerini zikredeyim. Gerisini okurun iradesine bırakayım.
Emre Köyü, Ege gezilerinizin rotasında mutlaka yer almalı, o mistik havayı hücrelerinize çekmeli, aidiyet duygusunu sonuna kadar yaşamalısınız.

Kula’nın içi bambaşka bir derya
Tarihi 1500’lerde dondurmuş, özentilik kokan moderne direnmiş.
Osmanlı ve Rum tarzında tam 3200 tane ahşap ev, her bir parçasına sinmiş yüzlerce yıllık insan kokusu ve anılar ile mağrur bir duruş sergiliyor.
800 tanesi tescilli ve restorasyon için hazır.
Bu 800 evin restore edilmesi ve uluslararası bir iş birliği ile klasik otelcilikten farklı bir sistem ile konaklamaya açılması Türkiye turizmine farklı bir ivme kazandırır.
Küresel aktörlere duyurmuş olalım.
İki tarihi kilise, 8 tane Osmanlı mirası cami, 12 tane muhteşem Kula Konağı, 4 tane Osmanlı’dan hediye arasta, yine Osmanlı hediyesi 2 tane tarihi çeşme, Osmanlı Paşalarından Sungur Bey tarafından 1351 yılında Selçuklu mimarisi ile yaptırılmış ve ilgisizlikten 2 metrelik bölümü toprak altında kalmış Sungur Bey Hamamı ile Kula ‘nereden geliyoruz?’ sorusunun yaşayan bir cevabı gibi adeta..
650 yıllık hamamı toprak altına terk eden, unutturan, Avrupa’dan hamam tutkunlarına tanıtmayan bir vizyonsuzluk karşısında ancak dilimiz tutulur.
Arastalarda, heybecilik, yün yorgancılık, eğercilik, demir, bakır zanaatı, keçecilik, leblebicilik, ahşap işlemeciliği, dericilik nur yüzlü ihtiyarların elinde, zamanın tik taklarına meydan okuyan sade ritmlerle sürerken, bu bin yıllık ustalıkları, rekabet edilmesi zor meydan okuyuşlar olarak dünyaya sunmamak karşısında ancak feveran edilir.
Utanç içinde kalınır.
Şimdi Kula’dan çıkacağız.
Ankara yönünde on dakika kadar ilerleyeceğiz ve hemen solda, yeryüzünün Kapadokya’yı yalnız bırakmamak için yarattığı Peri Bacaları’ndan bahsedeceğim.
Ama, onlar orada. Şu an tasarım aşamasında olan Kula GeoPark’ın başyapıtı olmaya aday, sahne alacakları anı bekliyorlar. Gidin, görün.
Peri Bacaları’nın önündeki yoldan devam ediyoruz. Bu dolambaçlı yol sizi zamanında Roma İmparatoru’nun ölümsüzlük kaynağı olarak tanımladığı Emir Kaplıcaları’na çıkarır.
Avrupa’da 2000 metreden pompa ile çıkarılabilen 40-50 derece jeotermal suya mukabil, burada, 150 metreden, 80 derece su kelimenin tam anlamı ile fışkırır.
Yazar, bu suyu yeryüzüne ulaştığı borudan, kendi gücü ile yaklaşık yedi metreye fışkırırken bizzat görmüştür, bilginize.
Şifa bulan Roma Prensesi
Hemen kaplıca binasının karşısındaki kayalıklarda bir kabartma göreceksiniz. Daha doğrusu, kayalara yan yana işlenmiş üç niş. Birisinin içindeki kadın figürü dönemin Roma İmparatoru’nun kızıdır.
Ölüm döşeğindeki kızı bu sularda kısa sürede eskisinden daha canlı ve güçlü hale gelmiştir. Bu doğal tedavinin anısına İmparator kayalara kızını resmettirmiştir.
Doğa yeryüzünün bu tarafında bir başka güzel makyaj yapmış. En güzel giysilerini buralara saklamış.
Tarih, misket, resim biriktiren geçmiş zaman çocukları gibi, bütün anılarını bu coğrafyada gizlemiş. Yaratıcı irade, maden suları, termal kaynakları, doğal tarımı ile diri kalmanın şifrelerini bu topraklarda korumuş.
Lidya, Roma, Bizans, Pers, Selçuklu, Yunan, Osmanlı, binlerce yıldır herkes bunun farkında ve peşinde. İç Ege bir tarih, kültür, arkeoloji deryası olarak –şimdilik- uykuda.
Gerisini gidin, görün, yaşayın. Benden bu kadar…
Adil Gürkan
Manşet fotoğrafı: Ressam Claude vignon’un 1629 tarihli “Krezüs’ Lidyalı bir köylüden vergi alırken” adlı tablosu. arkeogezi.com