Bu yazıda, dini otoritenin toplumlar üzerindeki etkisini tarihsel ve güncel örnekler üzerinden irdelemek istedim.
Öncelikle, “ruhban sınıfı”, “ulema” ve “dini otorite” kavramlarını kısaca gözden geçirmek açıklayıcı olacaktır.
- Ruhban, Arapçadan ödünçlenmiş, özellikle Hristiyanlıkta rahipler topluluğu anlamına gelir. Ruhban, rahip kelimesinin çoğuludur. Sözcük, “ruh” kavramıyla ilişkilidir ve manevi bir yönü vurgular.
- Ulema, İslam dünyasında genellikle medrese eğitimiyle dini bilgilerde yetkinleşmiş din bilginleri topluluğunu tanımlar. Arapça “ilim” kökünden türeyen ulema, “alim” sözcüğünün çoğuludur.
- Dini otorite, bir inanç topluluğu içinde kutsal sayılan değerler konusunda rehberlik eden kişi ya da kurumları tanımlar. Bu yetkinin kapsamı, ait olunan dini gelenekler ve mezheplere göre değişkenlik gösterebilir.
Bu kavramlar birbirine yakın anlamlar taşısa da tarihsel ve toplumsal bağlamda bazı işlevsel farklılıklar gösterir. Bu nedenle ben bu yazıda, ruhban ve ulema figürlerini de kapsayan daha geniş bir üst kavram olarak “dini otorite” terimini kullanmayı yeğ tuttum.
Dini otoritenin üstlendiği rol, sosyokültürel yapıların dinamiklerine göre farklı biçimlerde ortaya çıkabilir. Türkiye, Endonezya, Polonya ve Hindistan gibi toplumlarda yalnızca ibadetleri yönetmekle kalmaz; toplumsal ahlakın oluşumunda da etkin rol üstlenir.
Buna karşılık Tibet, Vatikan, İran, Suudi Arabistan ve Afganistan gibi toplumlarda dini liderlik, ilahi iradenin yeryüzündeki doğrudan veya dolaylı temsilcisi olarak konumlanır. Bu yapılar, dini otoriteyi yalnızca ahlaki bir rehberlik kurumu olarak değil aynı zamanda siyasal meşruiyetin başlıca kaynağı olarak görür.
İsrail yukarıdaki modellere tam olarak uymayan “hibrit” bir örnektir. Dini liderlik, İsrail’de ilahi iradenin doğrudan yansıması olarak görülmediğinden salt bir teokrasi modelinden söz etmek zordur. İsrail, “Yahudi ve demokratik devlet” tanımına karşın, dini ve seküler bileşenlerin iç içe geçtiği parlamenter bir demokrasi ile yönetilmektedir.
Dini otoritenin genişleyen rolü
Dini otoritenin toplumdaki rolü genellikle inanç ve ibadet pratikleriyle sınırlı sanılır. Oysaki bu rol, tarihsel süreçte manevi alanların ötesine geçerek hukuki, toplumsal ve ekonomik normların belirlenmesinde de etkili olmuş; böylece toplumsal işleyişin bütünleyici bir parçası haline gelmiştir.
Dini otoritenin bu yükselişi, bazı toplumlarda egemen sınıflara güçlerini meşrulaştırmak için son derece kullanışlı bir onay mekanizması sunmuştur. Bu toplumlarda kutsalın gücünü arkasına alan yönetici erk, kendini hem siyasal hem de toplumsal düzeyde sorgulanamaz bir konuma yerleştirmiştir.
Bu güç arayışı, zamanla dini otoritenin ekonomik yönetim süreçleri üzerinde de etkinlik kazanmasına olanak tanıdı. Böylece nüfuz alanı ibadetin ötesine geçerek ahlaki konulardan, giyim kuşamdan kişisel bakıma ve hatta politik kararlara kadar geniş bir alana yayıldı.
Bu genişlemeyle birlikte ortaya çıkan dini normların, günlük yaşamı doğrudan şekillendirdiğine ilişkin somut örnekler oldukça dikkat çekicidir. Özellikle İran’da bireysel tutum ve davranışlar yalnızca dini kurallar açısından değil, aynı zamanda toplumsal boyutlarıyla da denetlenmektedir.
Örneğin, kamusal alanda coşkulu biçimde eğlenmek, kahkaha atmak ya da bırakınız sevgilileri, evli çiftlerin el ele tutuşması dahi hoş karşılanmaz. İran’da, erkeklerin yalnızca belirli saç kesim modellerine izin verilirken atkuyruğu, aslan yelesi gibi modeller yasaklıdır. Ayrıca erkeklerin şort ya da kısa kollu tişört giymesi de uygun bulunmaz. Bu tür düzenlemelerin arkasında, sosyal yaşamı tek tipleştirme amacı olduğu açıktır.
Bu yaklaşım yalnızca İran’la sınırlı değildir. Örneğin, Sudan’da kadınların pantolon giymesi “ahlak dışı” sayılarak kırbaç cezasına çarptırılmaktaydı. Malezya’nın Selangor eyaletinde ise kadınların 24.00’ten sonra dışarıda bulunmaları “uygunsuz” olarak değerlendirilir.
Kısıtlayıcı yaklaşımların daha katı bir biçimi, yakın geçmişe kadar Suudi Arabistan’da görülmekteydi. Kadınların stadyumda maç izlemesi, tek başına şehirlerarası yolculuk yapması ya da otomobil kullanması yasaktı. Bu yasağın “trafik güvenliği” nedeniyle getirildiği hiç inandırıcı değildi ve zaten 2018’de kaldırıldı. Derken, ülkede ilk defa bir kadın sürücü belgesini Haziran 2022’de alabildi.
Yukarıda verilen örneklerin ortak noktası, dini otoritenin yaşam biçimleri üzerinde doğrudan ve geniş kapsamlı bir etkiye sahip olabilmesidir. Yaşam biçimine yönelik müdahaleler, kimi zaman toplumsal yenilenmenin önünde çeşitli engeller oluşturmuştur.
Toplumsal durağanlık ve dönüşüm
Bu bağlamda, İbn Haldun’un (1332-1406) toplumsal çözümlemeleri önemli bir kavramsal çerçeve sunar. Ona göre, devletlerin ve uygarlıkların çöküşü, toplumların durağanlaşması ve kendini yenileyememesiyle açıklanır. Her ne kadar kendi yaşadığı dönemde “geri kalmışlık” kavramı bulunmasa da, Mukaddime adlı yapıtındaki bu analizleri, sonraki yüzyıllarda İslam dünyasını anlamak için temel bir kaynak olmuştur.
Nitekim eleştirel düşüncenin ve toplumsal yenilenme yetisinin zayıflaması, İslam düşünce tarihinde de çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Özellikle akıl ile vahiy arasındaki gerilim, bu tartışmaların merkezinde yer almış ve yüzlerce yıl boyunca düşünce hayatının yönünü belirlemiştir.
Bu gerilimin kökleri, 7. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan Mutezile ekolüne kadar uzanır. Mutezile, dini metinlerin yorumunda aklı referans alan yaklaşımıyla diğer kelam okullarından ayrılarak İslam düşüncesinde önemli bir çatallaşma noktası oluşturmuştur.
Ancak zamanla bu akılcı yaklaşıma karşı, Eşariyye gibi daha gelenekçi akımlar ortaya çıkmıştır. Bu akımlar, insan aklının sınırlı olduğunu ve vahyin aklı aşan bir nitelik taşıdığını savunarak karşıt bir paradigma geliştirmiştir. Böylece vahiy merkezli dogmatizm öne çıkarken, akıl, eleştiri ve bilimsel düşünce ikincil bir konuma indirgenmiştir.
Bu durumun bir uzantısı olarak, dini otoriteye beslenen güven zamanla yaşamın diğer alanlarına da yayılmış ve bir dizi tartışmasız ön kabulün yerleşmesini kolaylaştırmıştır. Ancak bunun sonucunda, yapay zekâ gibi yenilikçi teknolojilerin bile dini otoritelerce onaylanması gerekliliği gibi tartışmalı durumlar ortaya çıkabilmektedir.
Özellikle İran’da yapay zekâ gibi son derece spesifik bir konuda dahi dini otoriteden onay beklemenin, bilimsel özgürlüğü gölgeleyebilme olasılığı dikkat çekicidir. Üstelik bu durum, yalnızca İran’la sınırlı kalmayıp, tüm İslam coğrafyasında bilimsel ilerlemenin hızını yavaşlatan bir filtreye dönüşme riski taşımakta ve tarihte de benzer örneklerle sıkça karşılaşılmıştır.
Tüm bu örnekler ve tarihsel süreçler bizi kaçınılmaz olarak şu soruya yönlendiriyor: Dini otorite gerçekten her şeyi bilebilir mi?
Ek kaynak önerileri. Zengin birikimlere sahip şu değerli düşünürlerin eserleri, konunun farklı boyutlarını anlamak açısından önemlidir:
Sait Halim Paşa, Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Fuat Sezgin, Sezai Karakoç, Teoman Duralı, Timur Kuran, İsmail Cem ve Ahmet Kuru.
Fotoğraf: Rusya’daki dinlerin temsilcileri. kremlin.ru
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: