Dilin mi yoksa düşüncenin mi önce geldiği yıllardır süregelen bir tartışma konusu olmuştur.
Bu tartışma, “tavuk-yumurta” ilişkisi gibi basit bir nedensellik zincirine indirgenemeyecek kadar karmaşıktır. Dil ve düşünce arasındaki ilişki, daha çok bir orkestrada enstrümanların birbirini tamamlamasına benzetilebilir.
Descartes, Kant, Hegel, Russell, Wittgenstein, Heidegger ve Chomsky’nin çalışmalarını içeren felsefi ve dil bilimsel literatürün önemli bir bölümü, bu ilişkiyi incelemeye odaklanmıştır. Ludwig Wittgenstein, dilin düşünce üzerindeki rolünü vurgulayan “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” ifadesi, dilin sosyal bağlamda nasıl işlediğini ve anlam kazandığını açıklamıştır.
Genel kanı, düşünme ve bilme yetisinin, konuşma yetisinden önce geliştiği ve bu nedenle düşüncenin dilin öncüsü olduğu yönündedir. Beyin ve sinir ağları üzerine odaklanan yeni bazı araştırmalar, düşünce ile dilin birbirini karşılıklı olarak etkilediğini ve eş zamanlı geliştiğini ortaya koymaktadır.
Bu bağlamda, Broca ve Wernicke bölgelerinin dilin üretilmesi ve anlaşılmasındaki işlevlerinin nörobilim ve deneysel psikoloji perspektifinden incelenmesi, bu etkileşimin sanılandan çok daha derin ve iç içe geçmiş olduğunu göstermektedir.
İnsan ve diğer primatların genetik yapılarının karşılaştırılmasıyla yapılan çalışmalar, dil yeteneğinin genetik temelleri hakkında önemli ipuçları sunmaktadır. Bu çalışmalar, dil yeteneğinin evrimsel süreçte ortaya çıktığını ve insanın diğer primatlardan ayrışmasında önemli bir rol oynadığını ortaya çıkarmaktadır.
Değişken genetik yapı, dil edinimi ve bilişsel gelişim süreçleri üzerinde önemli etkilere sahiptir. Örneğin, FOXP2 geni, dilin nörolojik temelleriyle doğrudan ilişkilidir ve bu gendeki mutasyonlar, dil ve konuşma yeteneklerinde bozulmalara yol açabilir. Ancak, dil gelişiminin genetik faktörlerin yanı sıra, çevresel ve kültürel faktörlerin de önemli etkileri olduğunu vurgulamakta yarar var.
İnsan genomu radyasyon, mutasyon, toksinler, sosyal etkileşim, beslenme ve yaşam biçimi gibi bir dizi faktör tarafından değiştirilmeye açıktır. Bu faktörlerin bazı genlerin aktivasyonu ya da devre dışı kalması üzerinde önemli bir etkisi olduğu da gösterilmiştir (*).
Günümüzde, genetik mirasın birikimli olduğu ve bilginin bir tür genetik yazılım aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarıldığı konusunda bilim dünyasında yaygın bir uzlaşı vardır. Bu bulgular, genlerin farklı etkiler altında değişiklik gösterse bile birikimli bir bilgi kaynağı olarak işlevini sürdürdüğünü ve türlerin evrimsel süreçlerinde kilit bir rol oynadığını gösterir.
Dil; bilgiyi, düşünceleri, duyguları ve deneyimleri aktarmak için temel araçtır. Düşünce ve bilgi olmasaydı, dilin de bir anlamı ya da işlevi olmazdı. Tarih boyunca insanlar, dil kullanımı, soyut düşünme, yaratıcılık ve problem çözme yeteneklerini kendilerini diğer canlılardan ayıran “üstün kaliteler” olarak görmüşlerdir. Ancak, günümüz araştırmaları bilişsel becerilerin yalnızca insanlara özgü olmadığını, hayvanların da bazı benzer yetenekler sergileyebildiğini ortaya çıkarmıştır.
Amerikalı nörobiyoloji uzmanı John S. Rosenblatt, kedilerin tehlikeli ve karmaşık durumlarda hızlı çözüm üretme becerileri üzerine çalışmıştır. Rosenblatt’ın çalışmaları, kedilerin sezgilerine ve deneyimlerine dayanarak çevresel tehlikeleri hızlı bir şekilde değerlendirebildiklerini gözler önüne sermiştir.
Örnek vermek gerekirse, bir kedi duvara zıplamak üzereyken beyninde onlarca nörobilişsel işlemin otomatik olarak devreye girdiğini söylemek abartı olmaz. Kedi vücudunun her bir parçasını koordineli bir şekilde kullanarak duvarın yüksekliğini, genişliğini ve kendisine olan uzaklığını görsel sistemiyle algılar. Bu bilgi, beynin görsel korteksinde işlenir ve bir nevi zihinsel harita oluşturulur, böylece zıplama için doğru mesafeyi hesaplar
Bu mekanizma, kedinin doğası gereği bu işlemlerle ilgili kavramları bilmeden, sinir sistemindeki yerleşik bilişsel kalıplar sayesinde hesap yapmasını ve doğru kararlar almasını sağlar. Benzer şekilde, insan beyninde de düşünceler, sözcüklere dökülmeden önce bir “ön işlem” sürecinden geçer.
İnsan beyninin ayırt edici bir özelliği, düşünceleri önce dil dışı bir formatta işleyip, ardından sözcüklere dönüştürebilme yeteneğidir. Bu yetenek, bilişsel süreçlerin dilin varlığına tamamen bağlı olmadığını göstermesi açısından önemlidir.
Nitekim kedinin duvara zıplamasıyla, insanın bir dilsel yapı olmadan düşünceleri işlemesi arasında bir paralellik olduğu açıktır. Bu tür bir işleyiş bilişsel psikolojide “bilinç öncesi işlem” ya da “bilinçdışı işlem” olarak adlandırılır. Bu süreçler, genellikle hızlı ve sezgisel tepkilerde ya da çevresel uyaranlara karşı verilen anlık tepkilerde devreye girer.
İnsan dili, hayvanların iletişiminden en çok esnekliğiyle ayrılır. Geçmiş ve gelecek zaman tanımları yapabilme, yalan söyleme, dedi kodu ve benzetmeler yapma gibi yetenekler hayvanların iletişim biçimlerinde yer almaz. Bununla birlikte, kurtların avlanırken sesler ve beden diliyle geliştirdikleri işbirliği, insan dilinin evrimine ilişkin değerli bilgiler sunmaktadır.
Bilinçli farkındalık öncesinde gerçekleşen bu aşamalarda beyin, çevredeki verileri ve uyarıları hızla işleyerek sezgisel yanıtlar hazırlar. Bu bulgu, düşünsel işleyişin her zaman dilsel yapılarla sınırlı olmadığını gösterir.
Dil ve düşünce birbirini karşılıklı olarak etkileyen iki bağımsız, fakat bağlantılı süreçtir. Dil, düşünceleri ifade etmenin birincil aracıyken düşünceler de dilin doğal sınırları içinde biçimlenir. Bu ilişki, düzenli işleyen bir geri bildirim döngüsüyle birbirini destekler ve düşünsel yaratıcılık ile dilin sınırları arasında denge kurar. İşte bu dinamik, insanı diğer canlılardan ayıran ve bilinçli varoluşunun temelini oluşturan benzersiz bir bilişsel özelliktir.
Washington Üniversitesi’nden Patricia Kuhl’a göre, çocuklar dünyaya olağanüstü bir dil öğrenme yeteneğiyle gelirler. Bu yetenek, erken çocukluk döneminde zirve yapar ve ergenlik döneminde azalmaya başlar. Dil edinme kapasitesindeki bu değişim, dilin bilişsel süreçlerle nasıl derin bir ilişki içinde olduğunu anlamamıza yardımcı olur.
ABD Northeastern Üniversitesi’nden Prof. Iris Berent’in araştırmaları, bebeklerin ses kalıplarını öğrenme biçimlerinin kuşların ötme davranışına benzediğini ortaya koyuyor. Bu, dil öğrenmenin biyolojik bir içgüdü olduğunu düşüncesini öne çıkarıyor. Tıpkı çiğneme veya yutma gibi, konuşma da en derinlerdeki biyolojik bir içgüdünün ürünüdür.
Dil öğrenme süreci, biyolojik bir temel üzerine oturtulan ve yeni bilgi katmanlarıyla zenginleşen bir yapıya sahiptir. Bu biyolojik şablonlar ve kalıtsal örüntüler, çevresel etkileşimlerle birlikte çalışarak beyindeki dil merkezinin yapısını oluşturur ve dil öğrenme kapasitesini belirler. Genetik mirasımız bu sürece yön verirken kültürel ve sosyal etkileşimler de dilsel gelişimi şekillendirir.
Her dil, kendi özgün ekosisteminde doğar, evrilir, çeşitlenir ve o kültürün, coğrafyanın ve tarihsel deneyimlerin bir yansımasıdır. Toplumlar, kültürel miraslarını ve sosyal yapılarını dil aracılığıyla geleceğe aktararak, kolektif belleğin sürekliliğini sağlarlar. Buna göre dil, insanlık tarihi boyunca kültürel ve coğrafi koşullara bağlı olarak gelişen bir olgu olmanın ötesinde, toplumsal ve kültürel kodların aktarılmasında da kritik bir rol oynar.
Dil, düşünceyi tanımlar ve yansıtır; düşünce ise dilin sınırlarını genişleterek evrimine katkı sağlar. Bu görüş bize, insanlığın antropolojik öyküsüne ve dil ile düşüncenin gelecekteki evrimine ilişkin yeni bir bakış açısı sunar.
Sonuçta “dil mi önceydi, düşünce mi?” sorusunun net bir yanıtı olmasa da, erken insanların alet yapma ve sosyal örgütlenme becerileri, bilişsel süreçlerin dil öncesinde de gerçekleştiğine ilişkin genel uzlaşıyı desteklemektedir.
(*) Nature, Science, Cell, Science Direct ve PLOS Genetics gibi açık erişim dergilerinde bu alanda en güncel araştırmalara ücretsiz erişim sağlanabilir.