Şeftali ağaçları arasındaki küçük kasabamızın kurşuni kubbeleriyle yakuti kiremitlerine daha gün batmadan yüksek dağların gölgesi düşerdi.
Güneşin gün boyu soldurduğu sokaklarda öğle uykularından, limonata satıcıları, pamuk helvacılar ve zerzevatçıların birbirini bastıran çığırtkan sesleriyle uyanırdım. Chevrolet marka kanatlı otomobillerin dolandığı Atatürk Caddesi’nde hafta sonları davullu zurnalı düğün konvoyları birbirini takip ederdi. Yüksek topuklu ayakkabılarla kaldırımlarda yürüyen şık bayanların, mini etekli kızların parfüm kokuları; manavdaki şeftali, kavun, çilek aromalarıyla kavuşur ve bahçelerdeki iğde, yasemin, hanımeli rayihaları hafif rüzgârlarda havayı doldururdu.
Çarşı Camisi’nin karşısındaki saatçinin hemen yanındaki plakçıya ablamla birlikte Ajda Pekkan’ın kırkbeşliklerini satın almak için giderdik. Her seferinde plakların tozunu almakla meşgul olan Üç Necati, bizi plağın parasını ödedikten sonra bile üç dakika bekletirdi. Ablam “Ne garip bir adam!” diye her seferinde söylense de sivri burnunun üzerindeki yuvarlak gözlükleriyle, şaşırdığında büyüyen iri mavi gözleriyle ve kocaman kulaklarıyla ilgimi çekerdi. Üç sayısına karşı takıntısı vardı. Dükkânı ya üç gün kapalı ya üç gün açıktı ve her zaman üç müşterisi bulunurdu.
Cimriydi, biraz bencildi, üç kişiden fazlasına çay söylemezdi. Ablama göre uçuk kaçıktı, çok acayip biriydi; bana göreyse insanın ağzında buruk bir tat bırakan kızılcık reçeliydi. Ne yalan söyleyeyim, dükkânının önünde onu üç saat beklerken bile dünyanın en mutlu kimsesiydim. Plakçıdan dönerken Deli Naciye akşam turuna çıkmış olurdu. Renkli tentelerin gölgelediği mağazaların, süslü camekânlarının önünde, elinde bir kapı kulbuyla dolanırken rastlardım ona. Onu görenler kapı koluyla mutlu insanların kapılarını açtığını bilirdi. Herkes takılırdı ona hatta dalga geçerdi.
Oysa Deli Naciye kasabadaki mutlu evleri özenle seçerdi. Aslında uzak sayılmazdı bize, bizim mahallede yaşardı. Akşamüzerleri mahallemiz Deli Naciye hayranlarıyla dolup taşardı. Önceleri pek sevmezdim onu, pek önemsemezdim. Ne zaman evinin önünden geçsem Vita tenekelerindeki ortancalarla sardunyaları, çay kutularındaki reyhanlarla fesleğenleri sularken görürdüm onu. Büyük atkestanesi ağacının gölgelediği tek katlı evinin önünde gün boyu sahipsiz kedileri ve köpekleri doyururdu.
Kedilerinin kuyruğunu çeksem, onları kucağıma almaya kalksam ve köpeklerini taşlasam karşımda hep onu bulurdum. Sanki kedi ve köpeklerinin dokunulmazlığı vardı. Mahallemizde Hayvan Hakları Koruma Derneğinin tek temsilcisiydi. Evinin önündeki çiçeklere bakılırsa kasabamızın peyzaj mimarı, botanikçisiydi. Zayıftı, rüzgârda yıkılacak kadar güçsüzdü bedeni. Sürekli bağırmaktan kırışmış solgun yüzünde yaz günlerinde güneş lekeleri oluşurdu. Mahalle parkında ara sıra Üç Necati’yle buluşurdu. Havadan sudan değil; ekonomiden, politikadan, konuşurdu. Üç Necati’nin elinde her zaman üç gazete, üç ekmek ve üç kese kâğıdı meyve olurdu.
Üç Necati gittiğinde gazeteleri bizimkine kalırdı. Üç Necati bir daha mahallemizde üç gün, üç hafta, üç ay görünmezdi. Üç yılı bulmasa da çok özel davetler olmazsa da gelmezdi. Haklarında ileri geri çok dedikodu olduysa da, Deli Naciye’yle bağlantısı kimselerce bilinmezdi. Evinin yan tarafındaki küçük dükkânda genellikle sucuklu tost yapardı. Annem beni onun dükkânından hep uzak tutardı.
Evi çok pismiş, hasta olurmuşum hatta boğazıma kedi köpek tüyü kaçar ölürmüşüm. Mahallemizdeki parka yeni gelenler bu durumu bilmezlerdi, elinden tostu ayranı afiyetle yer, içerlerdi. Annemin sözünü dinlerdim, bu dükkândan hiç tost yemezdim. Hayvanlı bisküvilerden, leblebi tozlarından, horoz şekerinden almak dışında da gelmezdim. O eski pikabında gün boyu aranjmanlar dinlerdik. Bach, Mozart, Beethoven ve Vivaldi çalarken, her akşam Viyana’da gibiydik.
(Selim Nizam, tdk.gov.tr)
Öykünün devamını okumak için tıklayın
Görsel: Mr. Bean dizisinden