Alper Eliçin (noktakibris.com)
Amatör dağ tırmanışları bir zamanlar hobilerim arasındaydı. Aslında ip, kazma vs. ile de pek tırmanış yapmadım. Benim yaptığımı belki de “zor trekking” olarak tanımlamak daha doğru. Bunların bir istisnası var, o da Ağrı Dağı tırmanışı.
2002 yılı yazında Ağrı’ya tırmanmaya 2001 Aralık ayında karar verdim. Yaz ayında yapılacak bir tırmanış için bile yüksek bir kondisyona gereksinim duyacağımın farkındaydım. O nedenle, kurucu üyelerinden olduğum Enka Spor Kulübü’nün İstanbul-İstinye’deki tartan pistinde koşularımı artırdım. Haftada 5 km olarak yıllardır yaptığım koşularım, önce haftanın her gününe dönüştü; sonra mesafe 10 km’ye çıktı. Mayıs ayına geldiğimde, artık haftada üç kez yarı maraton koşmaya başlamıştım.
Ağrı’ya tek başına çıkmak gibi bir Don Kişot’luk yapma niyetim olmadığından, dağ tırmanışları ve yürüyüşleri organize eden seyahat acentelerini araştırmaya başladım. Daha önce Trans-Kaçkar gezisi yapmış olduğum Ogzala Turizm’in, Temmuz’un ikinci yarısı için bir Ağrı tırmanışı planladığını öğrendim. Şirketin sahibi Erhan Saraloğlu’nun Beyoğlu’ndaki ofisine uğrayıp kaydımı yaptırdım.
Bir yandan kondisyon çalışmalarıma devam ederken, bir yandan da okuyordum. Ağrı 5137 metre yüksekliğinde olduğundan yükseklik hastalığı oluşması söz konusuydu. Uyku, mide bulantısı, baş ağrısı, kusma gibi belirtilerle başlayan yükseklik hastalığı, eğer tedbir alınmazsa akciğerlerin su toplaması nedeniyle ölümlere neden olabiliyormuş. İşin ilginç yanı, o yıllarda bu bilgileri internetten bulmak pek kolay değildi. Amerikan ordusunun bu konudaki bir yayınından epey istifade etmiştim.
Bu yayında, yükseklik hastalığına yakalanma riskinin, kanda hemoglobin miktarıyla ilgili olduğundan bahsediliyor ve yola çıkmadan evvel demir yüklemesi yapılması öneriliyordu. Ben de o nedenle, on gün kadar demir hapı yutmuştum. Ayrıca tırmanışın aşamalı olarak yapılması tavsiye ediliyordu. Yani ilk gün belli bir yüksekliğe çıkıp, sonra başladığınız yere döneceksiniz, ertesi gün yine aynı irtifaya çıkıp bu sefer orada kamp kuracaksınız. Üçüncü gün bir hamle daha yapıp, bu sefer ikinci geceyi geçirdiğiniz kamp yerine dönüş yapacaksınız. Dağcılıkta buna “aklimatizasyon” adı veriliyor.
Aynı makaleye göre, yine de sorun çıkarsa en basit çözüm hızla dağdan aşağı inmekmiş. O zaman yükseklik hastalığı bir anda geçiyormuş. ABD ordusu, meteorolojik şartlar nedeniyle geri dönülemiyor ve hastalığın semptomları akciğerlerden köpük gelmesi noktasına ulaşmışsa, son çare olarak kortizon iğnesi öneriyordu.
Ben bu bilgilerle de yetinmedim. Erhan Bey’den tırmanış programını aldım. Evet iki kez aklimatizasyon yapılacaktı. Sırt çantamız dışındaki eşyalarımızı 4200 metreye kadar atlar taşıyacaktı. Giyim, kuşam, gerekli teçhizat konusunda da bilgilendirildim. Grupta, tırmanıştaki liderimiz olacak profesyonel dağcı Kuvvet Lordoğlu’ndan (1) sonra en yaşlı bendim. Tırmanışın yapılacağı 2002’de, o 50, ben ise 47 yaşındaydık.
Ayrıca o zamanlar Atlas Dergisi’ndeki arkadaşlarım Özcan Yüksek ve Kemal Tayfur’u ziyaret ettim. (Uzun zaman önce Atlas’tan ayrıldılar, şimdi Magma isimli çok başarılı bir dergi çıkarıyorlar.
Özcan ve Kemal de bana dağ tırmanışı konusunda epey detaylı bilgiler verdiler. Aklımda kalan en önemli sözleriyse “Dağ şakaya gelmez, ilk kez dağ tırmanışı yapan 16 yaşında bir kişi rahatlıkla zirve yaparken, en deneyimli dağcılar bile şartlar uygun olmazsa dönerler” olmuştu.
Nihayet yolculuk günü geldi. Grup İstanbul’dan otobüsle Doğu Beyazıt’a gidecekti. Ben Anadolu’da, özellikle gece karayolu yolculuğundan çekindiğimden Ağrı’ya uçakla gidip, oradan minibüsle Doğu Beyazıt’a geçtim. Grupla Nuh Oteli’nde buluştuk. Otelin sahibi Hacettepe Üniversitesi Otelcilik Yüksek Okulu mezunu Ömer Bey’di. Benim de göbek adımın Ömer olması nedeniyle açılan sohbet gece geç saatlere kadar keyifli bir şekilde sürdü.
Ertesi sabah, 15 Temmuz’da, bir kamyona eşyalarımızı yükledik; biz de kasaya tırmanıp oturduk. 10-12 kişilik bir gruptuk. Bize verilen bilgiye göre dağda tek sıra halinde yürüyecektik. Önde Kuvvet gidecek, onu bizler izleyecektik. Grubun arkasında da yine deneyimli bir dağcı olan bir hanım olacaktı.
Biz kamyon kasasında yol alırken birden şiddetli bir sağanak başladı.
Yolun başında tatsız bir durumdu, ama hem hava sıcak olduğundan hem de teçhizatımız, giyim kuşamımız iyi olduğundan fazla etkilenmedik. Biraz sonra İran sınırına giden şoseden sola saparak toprak bir yola girdik. Jandarma kontrol noktasında kaydımızı yaptırıp Eli Köyü’ne doğru yola devam ettik. Eli aslında bir mezra. Denizden 2055 metre yükseklikte. Burada eşyaları indirdik ve sırt çantalarımız dışındaki malzemeyi atlara yükledik. Tırmanış başlıyordu.
Eli Mezrası’ndan tırmanış başlıyor
İlk gün 3300 metredeki ilk kamp yerine kadar yürüdük. Hafif eğimli rahat bir tırmanıştı. Hatırladığım kadarıyla yol 4-5 saat kadar sürdü. Kamp yerine varıp çadırlarımızı kurduk. Her çadırda iki kişi kalacaktı. Ben de rehberimiz Kuvvet’le aynı çadırı paylaşacaktım. Alt zemini de olan, kurulumu son derece kolay olan çadırımızı hemen uygun bir yere konumlandırdık. Yağmur durumunda suyun akacağı bir yerde olmamasına özen gösterdik. Sıkıca sabitledik. Kuvvet bu konularda oldukça deneyimliydi.
Bir şeyler yiyip, hava kararırken yattık. Yeni tanışmış olduğum Kuvvet’le çadırda uzun bir sohbet yaptığımızı hatırlıyorum. Sabah erken bir saatte kalktık. Sırt çantasız olarak dik bir patikadan tırmanmaya başladık. Dört saatlik dik ve çarşak zeminli bir rotadan 4200 metredeki ana kampa ulaştık. Etrafta yabani dağ keçileri görmek biz kentliler için ilgi çekiciydi. Ancak bu aklimatizaton çıkışı olduğundan aynı yoldan 3300 metredeki kampa döndük. Gece hava açık ama soğuktu. Aşağıda Doğu Beyazıt’ın ışıkları görülüyordu.
Ertesi sabah, bu sefer çantalarımız ve yüklerimizi taşıyan atlarla 4200 metredeki ana kampa tekrar tırmandık ve çadırlarımızı kurduk. Bu arada, bizim grubu arkadan izleyen deneyimli dağcı arkadaşımızda yükseklik hastalığı baş gösterdi. Meğer, kadınlarda adet zamanı oluşan kan kaybı vücutta hemoglobin düşmesine neden olduğundan, bu tür durumlar ortaya çıkabilirmiş. Geçmiş tırmanışlarında böyle bir sorun yaşamayan bu hanım arkadaşımız, ya bilmediğinden, ya da önemsemediğinden, demir desteği almamış. Kendisini atlarla gelen köylülerden birine emanet edip Doğu Beyazıt’a geri yolladık. Neyse ki dağın bu yamacında cep telefonları sorunsuz çalışıyordu. Otele vardığını bu sayede öğrendik.
Ana kampta koşullar diğer kampa oranla oldukça zorluydu. Artık çarşak üzerindeydik. Etrafta tek bir ot bile bitmemişti. Sönmüş bir volkanın yüksek rakımdaki bir yamacındaydık. Çadırlarımızı kurduk ve yerleştik.
Hava buz gibiydi. Bu yükseklikte hava basıncı düşük ve oksijen az olduğundan, tüp gazla çalışan ocak kullanmak olası değildi. Benzinle çalışan ocak kullanmanız gerekiyordu. O da normal irtifada olduğundan daha az ısı veriyor ve yemek daha yavaş pişiyordu. Bu şartlarda makarna pişirildi, çorba içildi ve bazı kuru besinler tüketildi. Bu vesileyle belirteyim ki, dağa çıkarken yoğun enerji gereksinimi için enerji barları, çikolata ve kuru kayısı götürmekte yarar var. Yoğun enerji sağladıkları gibi az da yer tutuyorlar. Kamp yerinde bizden başka bir de ODTÜ Dağcılık Kulübü üyesi hocalar ve öğrenciler vardı.
Ağrı Dağı’nda su yok. O nedenle atlarla getirilen suları tüketmeniz gerekiyordu. Tuvalet gereksinimi için ise bütün dağ sizin…
Hava karardıktan sonra Kuvvet’le yine uzun bir sohbetimiz oldu. Ana konu, başından geçen ve ölümle sonuçlanan bir kazaydı. 29 Şubat 2000’de gerçekleştirilen bir kış tırmanışı esnasında, İskender Iğdır Cehennem Vadisi’ne düşerek, kafasına aldığı darbe sonucu olay yerinde can vermişti. Öldüğünde 32 yaşındaydı. Olayı biz de gazetelerden okumuştuk. Meğer Kuvvet o tırmanıştaki dört dağcıdan biriymiş. Bu vesileyle olayı birinci ağızdan dinlemiş oldum.
29 Şubat kış tırmanışına katılanlar, İskender Iğdır, Selçuk Kahveci, Kuvvet Lordoğlu ve Nasuh Mahruki. Ekipte göreceli olarak en deneyimsiz olan ise Kuvvet imiş. Kazanın olduğu sabah erken saatte zirve tırmanışına başlıyorlar. Nasuh Mahruki, fiziken en güçlü ve deneyimli kişi. Karda yolu açarak önde hızla tırmanmaya başlıyor. Onu İskender Iğdır izliyor. Daha düşük bir tempo ile arkadan Selçuk Kahveci ve Kuvvet Lordoğlu geliyor. Farklı tempoları nedeniyle iki grup arasındaki mesafe açılıyor.
4800 metrede dağın takke buzulu üzerinde kritik bir nokta var. Bu noktanın özelliği, rüzgâr alması ve genellikle kar yerine cam gibi bir buz üzerinde 35 metre kadar yürümeyi gerektirmesi. Buzulun bir tarafı 200 metre derinliğinde bir uçurum. Bu dik eğime Cehennem Vadisi adı veriliyor. Dağın kuzey yamacında Iğdır Ovası’na doğru iniyor.
Normalde buzulun bu kritik noktasından, önce en deneyimli dağcının geçerek, karşı tarafta geçiş emniyetini sağlayacak olan bir halatı çiviyle sabitlemesi gerekiyormuş. Bu kritik eşiği geçebilmek için, diğer ucundan da sabitlenmiş olan bu halata, pürsik adı verilen kısa halatlar kullanarak öteki dağcıların da teker teker kancayla bağlanmaları en güvenli yöntemmiş. Ancak, tırmanışta her dört dağcı da geçişi halat kullanmadan tamamlamışlar. İlk zirve yapan Mahruki, ardından Iğdır olmuş. En arkadan da buzul geçişini yeni tamamlamış olan Lordoğlu geliyormuş.
Dönüş yolunda Mahruki buzul geçişini üç kez denemiş, ancak başarılı olamayınca, yanında halat olan Kahveci’yi beklemiş. Ama ipi çivilerle sabitlemek yerine sadece yere sermiş ve geçişi öyle yapmış. İp hiçbir güvenlik sağlamamasına rağmen, Kuvvet’in deyimiyle psikolojik olarak dağcıya sanal bir emniyet hissi veriyormuş. Standart dışı bu uygulamayla buzul geçişine başlamışlar. Önden Mahruki geçmiş. Arkasından Kahveci, ipi hiç tutmadan yanından yürüyerek geçişi tamamlamış.
Ancak koordinasyonsuz ve dağınık olarak hareket edildiğinden, Kuvvet ilk iki geçişi izleyememiş. O nedenle önündeki ipin tamamen psikolojik amaçlı olduğunu, hiçbir güvence sağlamadığını anlamamış. Hatta Iğdır’ın önerisi üzerine kendisini bel kemerinden geçirdiği pürsikle ana halata bağlamış ve geçişe başlamış. Iğdır da kendisini ipin emniyet sağlamadığı konusunda uyarmamış.
Kuvvet geçişe başladığında ipin bir ucunu da İskender Iğdır sıkı sıkı tutuyormuş. Üç metre ilerledikten sonra, Kuvvet yüzü vadiye dönük olarak uçurumdan aşağı kaymaya başlamış. Bir anda halatın kendisini durdurmadığını fark etmiş. Son bir hamleyle sağa dönüp elindeki kazmayı buz yüzeyine saplamaya çalışmış. İlk çabaları sonuç vermemiş. Kazmayı buza saplamaya çalıştığında kıvılcımlar çıkıyor ama kazma bir yere saplanmıyormuş. Bu sırada, halatın bir ucunu tutan Iğdır’ın, halat yere çiviyle sabitlenmemiş olduğundan, yanından kayarak uçuruma düştüğünü görmüş.
Halatın öbür ucunda bulunan Nasuh Mahruki de bu aşamada yere düşmüş, yeterince zemine sabitlenmemiş olan ipin bağlı olduğu kazma da yerinden çıkmış. İpi ve kazmayı tutmaya çalışan Selçuk Kahveci de bu hengamede uçurumdan aşağı kaymaya başlamış. Büyük bir tesadüf eseri hem Selçuk Kahveci hem de Kuvvet Lordoğlu 30 metrelik bir kayıştan sonra kazmalarının yardımıyla durabilmişler. İskender Iğdır ise maalesef duramayıp ölüme uçmuş.
Bu kazadan sonra Kuvvet Lordoğlu, İskender Iğdır’ın ölümüne yol açtığı gerekçesiyle epey suçlanmış. Bu olayı bu kadar detaylı bana anlatması belki bir iç dökme, psikolojik rahatlama içindi. Ancak, suçlanan bir diğer kişi ise Nasuh Mahruki olmuş. Ekibin en deneyimlisi olarak tırmanış kurallarına uymaması, koordinasyona önem vermemesi ve ciddiyetsizliğinin kazaya neden olduğu iddia edilmiş.
Bu konuda bazı değerlendirme raporları da hazırlanmış ama gerçekte ne olduğu benim açımdan hala tam net değil. Havacılıkta da olduğu gibi, ölen kişiye kolaylıkla suç yüklenebildiğini, geride kalanların birbirlerini kollama güdüsüyle hareket ettiğini de unutmamak lazım.
Devamı haftaya…
(1)- Prof. Kuvvet Lordoğlu ülkenin çok değerli ekonomistlerinden biridir. Ben kendisiyle tanıştığımda Marmara Üniversitesi’nde dersler veriyordu. 2016’da 676 nolu KHK ile FETÖ üyesi olma iddiasıyla Kocaeli Üniversitesi’nden ihraç edildi. Barış akademisyenlerindendir. Bilimsel çalışmalarına devam etmektedir.
Not: Manşet görseli temsilidir. Fotoğraf: Ali İhsan Öztürk