Dr. Nevin Sütlaş
Kovboy kelimesi akla ilk neyi getiriyor diye sorsam, Hollywood filmlerinden pek çok şey fırlar ki benim yaşımdakiler için bu John Wayne’dır.
Kovboy deyince atlar, kementler, şapkalar, çizmeler, kahramanlık/özgürlük mücadeleleri, uzun elbiseli zarif kızlar, tekmeyle açılan bar kapıları, içkiler, sigaralar, daha neler neler gelir akla ama sığır gelmez. Oysa “cowboy”, sığır güden kişi yani bildiğimiz çoban demektir (cow: sığır, boy oğlan). Bir kovboyun bizim çobandan en önemli farkı sığır sürüsünü kangal köpek eşliğinde koşturarak değil de at üstünde kement atarak güdüyor olmasıdır. Çobanlık tercih edilecek iş değildir. Mesai saati bellisiz, insanlardan ve yerleşimlerden uzak, çok çalıştırıp az kazandıran bir iştir. Üstelik de adı üstünde (boy) sadece genç erkeklerin işidir. Elbette en yoksul olanların.
İç Batı Anadolu’nun şimdi hatırlayamadığım gözden ırak bir yaylasında ömrümde ilk kez bir kadın çobanla karşılaşmıştım. Pek de araba geçmediği için sürüsü yola da yayıldığından, bizim motorun sesiyle hayvanlarını toparlamak için koşturmaya başlamıştı. Mola verip sohbet etmiştik. Dağ başında yapayalnız çobanlık yapması bize ürkütücü gelmişti ama bana iyi geliyor demişti. İnsanların yanında olduğumdan daha rahatım hayvanların yanında, demişti. Ayaküstü çektiklerini anlatmıştı. Güzel okuduğu halde kız diye okuldan alınması yüzünden ailesine ve insanlara küstüğünü, dağda bayırda dolanarak kendini oyalamasa hayatının çekilmez olduğunu anlatmıştı. Öyle aklı başında bir kadındı, öyle de güzel konuşuyordu ki ister istemez kendimle ve yanımda yöremde yaşayan kadınlarla kıyaslamıştım. Hiçbirimizden bir eksiği yoktu hatta fazlası vardı. Bizden tek farkı, bizden başka bir yerde doğmuş olmasıydı…
Çobanlar erkek olur. Kovboylar erkek olur. Kovboylar çoban gibi değil de bambaşka bir şey gibidir. Niye? Artık ne çoban kaldı ne de kovboy, peki ama niye?
Çoban da kovboy da açık alanda otlayan hayvan sürüsünün yoldaşıdır. Artık hayvancılık açık alanda otlatmayı gerektirmiyor. Dört duvar örüp, ev diye kendimizi içine nasıl hapsettiysek, hayvanları da ahırlara hapsettik. Artık biz de açık alanda dolanmıyoruz, hayvanlarımızı da dolandırmıyoruz. Biz de ot toplamıyoruz artık, hayvanlarımızı da otlatmıyoruz. Artık beslenmek demek, paket açmak demek.
Anahtar nokta bu: Paket.
Eskiden Hollywood “cowboy filmleri” çekerdi. Genç, yakışıklı, güçlü delikanlıların maceralarını izletirdi bize. Çünkü Amerika da hayvancılığın sürmesi için sürüleri otlatacak diri gençlere ihtiyaç vardı ve boğaz tokluğuna bu ağır işi yaptırmak için onlara “Yürü be koçum, en kahraman sensin, en güzel kızlar senin peşine düşecek” diyerek gaz vermek gerekiyordu. John Wayne’a servet kazandıran o filmler, yoksulluğa doğan ve yoksul kalması mecbur olan gençleri kovboy olmaya özendirmek için çekiliyordu. Artık ahırda paket açarak inek beslediğine göre niye kovboy filmi çekesin ki?
Köyünde mera, yaylalarında hayvancılık diye bir şey kalmamışsa, sığırı ta Arjantin’den, koyunu ta Avustralya’dan getirtiyorsan, “köylü bu milletin efendisidir” laflarını gevelemene de gerek kalmamıştır. En yoksulun payına da çobanlık yapmak değil avuç açmak düşmüştür.
Şimdi tavuklar da koyunlar da sığırlar da özel hapishanelerinde doğup, büyüyüp, öl(dürül)üyor. Bugünkü neslin bırak kendisini, anası atası da bilmiyordu açık havada otlamanın ne demek olduğunu. Biz de mutfağımıza paketlenmiş olarak gelen etleri yerken kendimizi kendi hapishanemize kilitlediğimizin farkında bile değiliz. Kapımızı açacağımıza paketleri açıyoruz. Kendi hayatımızı da pakete soktuğumuza ayılamıyoruz.
Kovboy filmlerindeki uçsuz bucaksız arazilerini hatırlıyor olmamız, korkutula korkutula tıkıştırıldığımız dört duvarın dışına taşmamızı sağlamıyor ne yazık ki. Hele bir nesil daha geçsin, gör bak sen, ahırda doğup ölen sığırın otlamayı bilmemesi gibi, bizim yavrularımız da yürümeyi bile unutmuş olmayacaklar mı?
Korona bahane, korkutmak şahane. Çünkü ahır dışındaki hayatı bilmeyen sığırı gütmek için ne bekçi köpeği gerekir ne atlı kovboy ne de kementle zapt etmek. Ahıra bir kere alıştın mı bağlamaya bile gerek kalmaz. Kendi beynin kendi sınırını çizer ve kendi kendisini hapseder.
Bütün bunlar artık çok kolay. Hepsi bir “tık”ın işi.
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.