Günümüzde hayat öyle karmakarısık ki, içinden çıkılmayacak bir mutsuzluk hali…
Düşünceler geliştikçe, karmaşıklaştıkça, “mutluluk nedir” sorusunu düşünmüyor değilim. Sosyal medyada, görsel-yazılı basında, alışveriş merkezlerinde, çarşıda, marketlerde insanların yüzünden düşün binbir parça. Birer yapboz oyununa dönüşmüş gibi paramparça yüzler. İnsanlar sanki gölgeleri ile savaşıyor, ruhlarında kaldıramadığı ihaneti omuzlarımda taşıyorlar. Bana, “herkes başkalarında kendisini görür” demeyin.
“Belki de sen mutsuzsun herkesi ondan öyle görüyorsun” da demeyin. Sevdiğim işleri yapıyorum. Mutluyum; mutlu olmamam için inanın herhangi bir sebep yok. Eğer İskandinavya gibi bir yerde bile insan mutsuz olabiliyorsa insan kendine bahaneler üretiyordur. Tabii ki her ülkenin, coğrafyanın kendisine göre zorlukları, olumsuzlukları var; önemli olan bu zorlukları kendi lehine çevirebilmek.
Ben mutluluğun önce insanın içinden çıkan bir maden cevheri olduğuna inananlardanım. Klasik bir mantıkla her şeye, herkese rağmen olanca güler yüzümü ve pozitifliği taşıyarak dışarı çıktığımda bu hayatın merkezinde ben varım. Etrafımdaki herkes, her şey benim film dünyamda, yaşamımda figüran yani ikinci rolde, onlar benim rol arkadaşlarım. Ben kendi filmimin başrolündeyim. Demek istediğim, herkes kendi filminin başrolünde, etrafındaki insanlar ise diğer oyuncular ya da figüranlar.
Ama ister istemez bazen insanların mutsuzluğu sizi de etkiliyor. Bir virüs misali bıkkınlıkları, yorgunlukları, mutsuzları bana yansıyor. Toplumda dedikoducu, negatif, bağırıp çağıran, saygısız, seviyesiz, saldırgan, kavgacı, ruh hastası, kaba, düşüncesiz ve yılgın olanlar var. Bunların görevi sanki diğer insanları mutsuz etmek.
Hem bireysel hem de toplumsal bir problem olarak bu konunun üzerinde durmak gerekiyor. Dış ve iç dünyamızda mutlu olabilmek için mevcut bilginin kavranması çok önemli. Basit bir mutsuzluk halinden kurtulabilmek için psikolojik, sosyolojik bir düşünme tarzına gerek var. Mutlu olmak için hiçbir şey öğretilmiyor ama mutsuz olabilmek için ne gerekiyor ise dibine kadar öğretilmiş.
Mutluluk hemen herkesin hayatında ulaşmayı hedeflediği nihai bir amaç olarak karşımıza çıkıyor. Bu manipülasyon ile hücrelerimize kadar işlenmiş. İnsana mutsuz olması yönünde telkinler yapılmış hatta mutsuz olmak belli kesimler tarafından yüceltilmiş.
Dinlere baktığımızda acıların yüceltildiği bir anlayış var. Şintoizm, Budizm, Hint dinleri, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’da sezgi veya tefekkür yoluyla edinilebilen bilgi ile inanç sistemlerinde mutsuzluk yüceltilmiş. Dinler kendi kurallarına göre günahlardan hem ruhen hem de bedensel olarak arınmak, varoluşun anlamını, dinin felsefesindeki gerçeği kavramak için en önemlisi de manevî olgunluğa erişmek amacıyla mutlu olmaktan çok acıyı yüceltiyor.
Yahudi mistisizmi Kabala’da Tanrı İbranice ‘hiç’ anlamına gelen Ain olarak ifade edilir. Arınmayı kısaca ifade edecek olursak, insanın hayvansal ruhunun, nefsini kötü eğilimlerinden tamamen kurtulmak, böylece kendi potansiyelini iyiye dönüştürmek.
Hristiyan toplumunun yaşamış olduğu baskı dönemi dahil mutluluğa ön yargılı bir yaklaşım var. Kilisede İsa doğmadan önce insanlar daha mutluymuş anlayışı hakim. Yani Hristiyanlar Adem ile Havva cennette günah işlemeden önce mutluydular, ta ki yasak meyveyi yiyinceye kadar… Bu dinin düşünce mantığında Hz. İsa’nın çektiği sıkıntılar referans gösterilerek acı çekmek yüceltilip kutsallaştırılmış.
Max Weber “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” kitabında, Protestan ahlakının mistisizm yerine kendisini sermaye birikimine ve kapitalist topluma yol açtığını öne sürüyor. Aslında Weber’in mantığı ile baktığımızda gerçekten bütün dinleri yaşattığını inandığını ifade eden tarikat, cemaat ve grupların aslında ekonomiye değer verdiklerini görebiliyoruz. Maddi dünya ile manevi dünya arasında inançlı dediğimiz kesimin para, ekonomi,mal-mülk edinme hırsı konularında diğerlerinden aşağı kalmadığını görüyoruz. Günümüzde para, belli bir konuda cennet ile bir yerde kavşak noktasında…
İslam’da ise nefsani ruh beden temizliği için insanlar çile çeker. Kişi dünyevi olan her şeyi bohçasına koyup bununla yaşamayı öğrenmelidir. Aklınıza gelebilecek tüm zevklerden, yaşamın maddi hazlarından isteyerek vazgeçmelidir. Çile insanın kendisini dört duvar arasında terbiye etmesidir. Bunu yaparken varoluşundaki öz disiplini ortaya koyup saf, temiz olma duygusu ile kendini çilehanelere kapatmalı, kısacası kendisini yüceltmeye çalışmaktadır.
Dikkat edilirse mutlu olabilmenin, hayata bakış açısının genetik bir özellik olmadığını, bu yeteneğin eğitimle, kültürle, dinle, çevre ile kişinin kendisinde şekillendiğini görebiliriz.
İnsanın hayata bakış açısı, çok önemlidir. Mutluluk, insanın kendini huzurlu, umutlu ve iyimser hissetme halidir. Hayattan zevk aldığı, monotonluktan uzak, hareketli, canlı, gündelik zevklerden haz aldığı zaman ortaya çıkar.
İster içe dönük, isterse dışa dönük olsun önemli olan kişinin kendisini iyi hissetmesidir. Çevresindeki diğer insanlarla iyi iletişim kurabiliyorsa, dostlara sahipse insan mutlu olur. İnsan sorunlarını paylaşabileceği birileri varsa elbette daha da mutlu olur.
Son olarak şunu diyebilirim ki mutluluk ya da öznel iyi olma, bireyin yaşamına dair olumlu düşünce ve duygularının azami oranda miktar olarak çokluğudur. İnsan yaşamında aldığı doyuma ve olumlu duygulara göre mutlu olur. Mutluluğun daha çok insanın kendi kendisiyle ve nesnel dünyayla ilgilenmesiyle, mantıklı dünya görüşlerinden, düzenli ahlak kurallarından ve doğru yasama alışkanlıklarından ileri geldiğine inanıyorum.
Bu hayatta en çok arzu ettiğimiz şeylerin neler olduğunu bilirsek mutluluğu yakalarız.