Eskiden akşam olunca insanlar evlerine çekilir, biraz düşünür, dinlenir, belki gökyüzüne bakıp kendini hatırlardı.
Bugün ise akşam, telefonların şarjının azaldığı, ekran parlaklığının arttığı ve insan ruhunun yavaşça karardığı saatlere dönüşmüş durumda. Kimi yeni bir dizi açıyor, kimi algoritmanın seçtiği videolara dalıyor, herkes kendi dijital mağarasına çekiliyor. Zamanında akşam, ışıkların sönmesini, kapıların kapanmasını anlatırdı; şimdi ise daha parlak ekranlar, daha çok bildirim, daha çok gürültü demek. Evlerin sessizliğini artık telefonların titremesi bozuyor. Aynı çatı altında yaşıyoruz ama sanki farklı odalarda değil, farklı dünyalardayız. Yaşar Kemal’in bir zamanlar anlattığı “mapushane” bugün cebimize girmiş hâlde. Duvarlar değil, ekranlar çevreliyor bizi; parmaklık yerine bağlantı hızları var. İnsan, hiç fark etmeden “düştüm bir ormana, yol belli değil” hâline sürükleniyor; bitmeyen akışın içinde yön de, sınır da kayboluyor.
Eskiden mahpusun kolunda kelepçe olurdu; bugün kelepçe elimizden düşmeyen telefonlar, bildirim sesleri zincir gibi. Mavi ışık gecenin ortasında bir sızı gibi gözlerimize vuruyor; her bildirim içimizden küçük bir parçayı çekiyor, her kaydırış zihnimizi biraz daha yoruyor. Kendimizi özgür sanar gibi yapıyoruz. Belki de en çok bu dönemde tutsak hâldeyiz. Zamanın ritmi bozulmuş durumda; sabahla gece arasındaki fark silikleşiyor, ekranda hep aynı renkler, aynı içerikler dönüyor. Eskiden günü anlamlandıran iş, ilişki, doğa ve sohbetler vardı; şimdi gün, birkaç saniyelik videolara bölünmüş anlardan oluşuyor, hiçbiri tam değil, hiçbiri kalıcı değil, anlam gidince zaman da dağılıp gidiyor. Kalabalığın içinde yalnızlık ise daha keskin; binlerce kişiye ulaşabilen insan, aynı hızla kendine yabancılaşabiliyor. Dijital dünya, yolları algoritmalarla çizilmiş yeni bir orman gibi; sessizlik bile tam sessizlik değil, bağlantının uğultusu hep bir köşede. Doğadan uzaklaştıkça insan kendinden de uzaklaşıyor, köksüz kalan her şey önce yönünü, sonra zaman duygusunu yitiriyor.
Bazen düşünüyorum: Modern insan artık “kimim?” diye sormuyor, bunu soracak sessizliği kalmadı; oysa doğanın cevabı hiç değişmedi: Kendine dön, başını kaldır. Zamanı ekrandan değil gökyüzünden oku. Ama insan kaldırmıyor, kaldırmak yerine kaydırıyor, kaydırdıkça uzaklaşıyor; uzaklaştıkça hem kendisi hem günler belirsizleşiyor.
Gecenin bir vakti ekranın mavi ışığı yüzümüze vururken hâlâ aynı cümle fısıldıyor: “Düştüm bir ormana… yol belli değil, gün belli değil.” Platon görse muhtemelen “Mağaradan çıkmak yerine, Wi-Fi çekmişsiniz” derdi. Eskiden gölgeler duvara vururdu; şimdi elimizin içinde dolaşıyor. Hakikati merak eden mahkûmlar yerine, merakı bildirim sesiyle ölçülen insanlar var. Sokrates’in sorgulaması bildirimler arasında kayboluyor.
Aristoteles sabırsızlanırdı: “İnsan akıllıdır, amacı olmalı, kısa videolarla mutlu olamaz.” Epikür ise hızlandırılmış haz akışına şaşırırdı; onun dinginliği artık masal gibi. Thales’in evreni suyla açıklama çabası gibi, bugün sadeliği kaybettik; berrak bir dünya yerine dijital girdapta sürükleniyoruz. Herakleitos’un “Her şey akar” sözü artık dikkatin akışını anlatıyor; Parmenides’in değişmeyen hakikati ise sonsuz kaydırmada buharlaşıyor.
Epiktetos’un “Seni bağlayan eşya değil, ona yüklediğin anlamdır” uyarısı burada anlam kazanıyor; telefon değil, ona duyduğumuz bağlılık bizi tutsak ediyor. Protagoras “İnsan her şeyin ölçüsüdür” sözü tersine dönmüş; artık algoritma ölçüyü belirliyor. İbn Sina huzurun sessizlikte olduğunu söylerdi; bizde sessizlik yok.
Rousseau “İnsan özgür doğar ama her yerde modemlere bağlıdır” diye yakınır, Voltaire ise alay etmeden duramazdı: “Bunca düşünür hakikati aradı, siz hâlâ algoritmanın önünüze attığı videoları izliyorsunuz.” Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözü “Kaydırıyorum, öyleyse oyalanıyorum” hâline gelmiş; Hume alışkanlıkların düşünceyi şekillendirdiğini söylerdi. Adler ve Mahler, aidiyet, bağlanma ihtiyaçlarımızın sanal etkileşimlerle şekillendiğini gösterdiğini, James’in işlevselci bakışıyla zihnimiz, durmaksızın akan uyaranlara uyum sağlamak zorunda kalırken, Watson’ın davranışçı perspektifi bildirimlerin görünmez zincirlerle davranışlarımızı biçimlendirdiğini fısıldar.
Viktor Frankl ise anlam arayışımızın, kaybolduğumuz bu dijital ormanda hâlâ kalbimizde saklı olduğunu bilmediğimizi söyler. Modern insan özgür olduğunu sanarken, aslında ekranın, hızlandırılmış içeriklerin oluşturduğu görünmez bir labirentte tutsak; yol belirsiz, zaman eriyip gidiyor ama yön hâlâ içimizde, bir ışık gibi bekliyor.
Bütün bu filozoflar, psikologlar, düşünürler bir araya gelse muhtemelen tek bir şeyde anlaşırdı: Dijital çağ insanı yeni bir tür mahkûma dönüştürdü; parmaklık yok, zincir yok, ama bildirim döngüleri var. Sabahla gece arasındaki fark, ekran parlaklığını azaltıp artırmak kadar belirgin. İşin ironik tarafı şu: İnsanlık tarih boyunca özgürlüğü aradı, gökyüzüne baktı, doğayı dinledi. Bugün başını kaldırmıyor, göğe değil, şarj göstergesine: “Yüzde kaç kalmış?” Sonra içimizde hafif hüzünlü bir ses duyuluyor: Düştüm bir ormana adına internet diyorlar. Yol belli değil, çünkü algoritma sürekli değişiyor. Yatarım, yatarım… Gün belli değil, çünkü zaman akışın içinde eriyip gidiyor. Bir ormana düştün ama dönmek için geç değil. Yol görünmez olsa da o ormanda o yön kalbindedir.
Unutma…
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları:
