Ruhumuzu özgür kılan caz müziği zor zamanların kurtarıcısı gibi gelir bana. Klasik armonilere kafa tutması ve doğaçlamaları, yüzümüze esen, ruhumuza ferahlık veren rüzgar gibidir adeta.
Köklerinde blues, ragtime ve illaki siyah ruhları taşıyan caz müzik 1900’lerin başında Amerika Birleşik Devletleri’nde ağırlıklı zenci nüfusun yaşadığı kent olan New Orleans’da doğdu. Miles Davis bu müzik türünün en özel, en etkileyici devrimci ruhlarından birisiydi.
Müzik eleştirmenleri tarafından yirminci yüzyılın önde gelen dehalarından biri kabul edilen trompet ustası, yorumcu ve besteci, 1926 yılında ABD’nin Illinois eyaletinde doğdu, beyazların ağırlıkta olduğu Missouri, St. Louis’de büyüdü. Babasının oldukça varlıklı bir diş doktoru olması bile onu ırkçı saldırılardan ve ayrımcılıktan korumaya yetmedi.
Annesinin keman ısrarına rağmen babası ona 13. yaş gününde bir trompet aldı. Çok zeki olduğu kadar, tuhaf da bir çocuktu. Zaman zaman ormana gidip duyduğu hayvan, ağaç, rüzgar seslerini trompetiyle çalması etraftakiler tarafından acayip karşılanıyordu. Küçük yaşlarda gruplarda çalmaya başladı fakat Miles müziği tam anlamıyla öğrenmek istiyordu.
Bu nedenle beyazların okuluna giderse ruhunu kaybedeceği eleştirilerine rağmen üniversite eğitimi için New York’a taşınıp Julliard Konservatuarı’na kaydını yaptırdı. Annesi de eğitimli bir müzisyen olmasını istemiş ve onun bu kararının arkasında durmuştu.
Gündüzleri okula gidiyor, akşamları da sağlı sollu caz kulüpleriyle ünlü 52. caddedeki ‘’jam session’’ lara katılarak adını duyurmaya çalışıyordu. O günlerde en büyük hayali ise, ünlü saksafoncu ve besteci, Bird lakaplı Charlie Parker ile tanışmaktı.
Bir gün yine 52. caddede dolaşırken arkasından birisi seslendi. “Beni arıyormuşsun?”, evet büyük müzisyen Charlie Parker’dı o, caz müziğine çok önemli katkıları olan idolü ile böyle tanıştı, dört yıl boyunca birlikte çaldılar. Sonrasında hayat boyu arkadaş kalacağı, müzik anlayışları birbiriyle tam olarak uyuşan caz piyanisti ve besteci Gil Evans’la tanıştı.
Tarz olarak benzeşen parçaların da ‘’cool jazz’’ olarak nitelendirilmesine neden olacak albüm “Birth of the Cool”un çalışmalarına başladılar. Kayıtları 1949-1950 yıllarında yapılmasına rağmen 1957 yılında yayınlanan bu albüm alışılmışın dışında enstrüman kullanımı ve klasik müzikten etkilenen yenilikçi düzenlemeleriyle büyük ilgi gördü ve bebop sonrası ‘modern caz’ın doğuşuna kaynaklık etti. Davis Amerikan caz dünyasının yükselen yıldızıydı, müzisyenler arasında saygın bir yeri olmasına rağmen ülkesinde hala ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyordu.
1949 yılında ikinci dünya savaşından sonra ilk defa düzenlenen Paris Caz Festivaline davet edilen Miles Davis bu vesile ile ilk kez ülke dışına çıkıyordu. Savaştan çıkan Fransa’da ise tam anlamıyla bir özgürlük havası esiyordu, Paris onu bu coşkuyla karşıladı. Fransız entelektüelleri ve sanatçılarından büyük rağbet gördü. Sartre ve Picasso ile tanıştı, Fransız oyuncu ve şarkıcı Juliette Greco ile aşk yaşadı.
Sartre’ın Miles Davis’e ‘’Neden Greco ile evlenmiyorsun?’’ diye sorduğu, Davis’in de ona ‘’Çünkü onu seviyorum, ona aşığım’’ diye yanıt verdiği rivayet olunur. Irkın önemsiz olduğuna, tüm beyazların da aynı olmadığına ilk defa Paris’te tanık oldu.
Paris’i çok sevdi, Fransızlar da onu el üstünde tuttular fakat bu rüya gibi seyahatten ülkesine döndüğünde büyük bir umutsuzluğa kapıldı ve uyuşturucuya sarıldı, kariyerine ara vermek durumunda kaldı. Tekrar müziğe dönüşü Newport Caz Festivali’nde oldu ve burada muhteşem bir performans sergiledi, Miles’ın trompetinden çıkan dümdüz ve lirik sesler dinleyicileri büyüledi, notalardan güzellik akıyordu.
Daha sonraki Paris ziyaretlerinden birinde Louis Malle’in Türkçeye ‘’İdam Sehpası’’ olarak çevrilen ‘’Ascenseur pour L’echafaud” filminin müziklerini yaptı. Miles Davis, filmi perdede izleyerek canlı ve doğaçlama olarak çaldı, o kadar beğenildi ki, insanlar bu filme sadece müziklerini duymak için gitti. 1959 yılında tüm zamanların en iyi caz albümü kabul edilen ‘’Kind of Blue’’yu çıkardı.
Davis’in başyapıtı olarak görülen bu eser cazın yanı sıra rock müziğini ve klasik türleri de etkiledi. 2002’de Amerikan Ulusal Kayıt Dairesi tarafından tescillenen elli albümden biri oldu, 2003’de Rolling Stone dergisinin seçtiği tüm zamanların en iyi 500 albümü sıralamasında 12. sırada yer aldı.
Romantik, melankolik ve muhteşem melodik yapısı ile Kind of Blue, caz sevmediğini söyleyenlerin bile beğenisini kazanmıştır. Albümü bu kadar önemli ve özel kılanın ise parçaların bestelerindeki tekniğin en üst düzeyde olması ve John Coltrane, Cannonball Adderley, Paul Chambers, Jimmy Cobb, Wynton Kelly, Bill Evans gibi dönemin en özel müzisyenlerinin çalması olduğu söylenmektedir.
Miles Davis dahilere özgü içgüdülere sahipti. Korkusuzdu, farklı şeyleri denemekten hiç vazgeçmedi. Bazı noktalarda kendisinden daha iyi olsalar bile yetenekli müzisyenlerle çalışmaktan korkmazdı, yaptığı herhangi bir şeyden veya denediği her şeyden mutlaka bir güzellik çıkartırdı.
Yaşamı boyunca da çevresinde hep genç müzisyenleri bulundurdu. 1970 yılında yayınladığı ‘’Bitches Brew’’ albümündeki alışılmadık tarzı ve deneysel çalışmalarıyla büyük ses getirdi. Caz müziğinin en önemli eserlerinden biri olan bu albümün rock ve funk müzisyenlerinin üzerinde büyük etkisi olduğu gibi, “Bitches Brew” ‘’caz rock’’ türünün de atası sayıldı. Bu albümde de aralarında Chick Corea, John McLaughlin, Dave Holland, Wayne Shorter’ın da bulunduğu çok kıymetli müzisyenlerle çalıştı.
Malum sebeplerle dönem dönem kariyerine ara vermek zorunda kalsa da hep geri döndü, yeni müzisyenlerle farklı türde müzik yapmaktan hiç vazgeçmedi. Yaratıcı olmak için mutlaka yeni şeyler denemek gerektiğine inanmıştı.
Sabah, akşam, onun için günün her anında müzik vardı, gece rüyalarında dahi müzikle uğraşıyordu, müziğini tam bir adanmışlıkla yaptı, onun dışındaki her şey hayatında ikinci planda yer aldı. Aralarında Miles Ahead, In a Silent Way, Sketches of Spain, Round About Midnight, Porgy and Bess ve Tutu’nun da olduğu 51 tanesi stüdyo kaydı olmak üzere 100’den fazla albüm yayınladı. Yapı olarak soğuk birisiydi, genelde kızgın görünürdü, duygularını saklardı.
İnsanlara karşı kayıtsızdı, mesafeliydi, asosyal de denilebilirdi. Öte yandan giyimine çok özen gösterir, her zaman şık ve havalı görünmekten hoşlanır, pahalı arabalara binmeyi severdi.
En sinirlendiği şey ise Ferrari’siyle dolaşırken polislerin durdurup, ‘’Kimin arabası bu?’’ diye sormasıydı.
Kadınlarla inişli çıkışlı ilişkileri oldu, dört kez evlendi. 1988 yılında İstanbul Müzik Festivali çerçevesinde o zamanki adıyla Harbiye Açık Hava, bugünün Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi’nde izleme şansına sahip olduğumuz caz efsanesi bu konserinden üç yıl sonra aramızdan ayrıldı.
Ölümünün 20. yılı olan 2011’de daha önce onunla çalışmış üç efsane isim Marcus Miller, Herbie Hancock ve Wayne Shorter “Tribute to Miles” başlıklı projelerinin dünya prömiyerini İstanbul’da aynı sahnede gerçekleştirdiler.
Görünen o ki cazın “cool” prensi geride bıraktığı onlarca albümündeki yüzlerce parçası ile trompetini ruhlarımıza üflemeye daha yıllarca devam edecek.
İzleme önerisi: “Miles Davis: Birth of the Cool’’ – Netflix belgeseli.
Deniz Ersoy (mahlas)