Modernizmle birlikte akıl her şeye egemen olmaya başladığında yani mucizeler fizik yasaları ile açıklanmaya başladığında, tanrı, yaradan, yukarılarda bir yerlerde bizi seven, gözeten bir ‘’baba’’ yoktur dendiğinde “Dünyanın büyüsü bozuldu” demişti Max Weber.
Gökkuşağı bir mucize falan değildi. Işık fotonlarının atmosferdeki şöyle şöyle durumda meydana getirdiği, sıradan bir olaydı mesela. Eğer gökkuşağı yoksa, altından geçmeyi başarırsak ulaşacağımız cennet de yok demekti. Kafdağı’nın arkası yoktu yani. Var olan neyse, apaçık ortada olan, “ne”liği, niteliği belli, kaskatı şeylerdi. Hayale gerek yoktu. Duaya da gerek yoktu. Dua işe yarasaydı kilisede çıkarılan onca günah, onca kutsama işe yarardı değil mi? Dağlar kutsal değildi, okyanuslar, nehirler alt tarafı tuzlu suydu. Ağaçla yüce, ulu falan değildi. Motorlu testereleri dayadın mı paldır küldür deviriveriyordunuz işte.
Dünya dediğiniz şey bir gezegendi. Güneş sonsuz bir enerji kaynağı idi. Yağmurlar rahmet falan değildi ki; buluttaki su zerreciklerinin rüzgârın etkisiyle bir oraya bir buraya savrulurlar ve bu esnada birbirlerine çarparak birleşirler ve böylece su damlacıklarını oluştururlardı. İşte o damlalarda belirli bir ağırlığa ulaşınca havadan daha ağır olurlar ve yere düşerlerdi. Basitti yani.
Fabrikalar harıl harıl çalışıyor, makinelerin gürültüsü ve görkemi insanın başını döndürüyordu. Üretim, üretim, üretim… 1929 büyük buhranında dağlar gibi peynir yığılmıştı. Yüz binlerce metre ipek. Konserveler. Fabrikalar mabedlere dönüşürken tanrısal olan da sanatın içine hapsediliyordu. Sanat eserinin ve kutsal kitapların. Bir de görkemli, dünyanın efendisi insanın eliyle yapılmış o yüzden de insanın büyüklüğünü, daha doğrusu çan kuleleriyle, minareleriyle insanın erkeğinin üstünlüğünün ve egemenliğinin anıtları olarak görkemli kiliseler, camiler arz-ı endam etmeye devam ediyordu. Ancak tanrı/Allah’tan çok erkek egemen düzenin sembolleri olarak dikiliyorlardı oldukları yerde.
İnsan her şeyin hakimiydi. Doğa üstü hiçbir şey yoktu. Var gibi görünüyorsa da henüz insan bilimi onu açıklayamadığı içindi. Açıkladılar, açıkladılar, açıkladılar. Her şeyi didik didik ölçüp biçip açıkladılar. Hormonlar, biyoloji, beyin… İnsana dair hiçbir gizem yok dediler. Tıpkı doğaya dair hiçbir gizem olmadığı gibi. Etten ve kemikten ve kandan ve salgıdan ibaretsiniz, o kadar! Kesiyorlar, dikiyorlar, onun kalbini ötekine, domuzunkini insana, laboratuvarda üretileni hayvana ve insana, ölenin yüzünü canlıya takıyoruz işte dediler. Ne sezgisi, ne rüyası, ne inancı, ne içe doğması.
Bunlar hep safsata. Bilim bilim bilim. Barajlar kurduk coşkun akan nehirlerin kalbine. Akan sular duruldu. Akmayan su artık nehir değildir ki. Yüce dağların zirvelerini yüzlerce kez fethettik. Ay’a çıktı erkekler ve bayraklarını diktiler. Dünyanın sahibi homo erektus idi (Dikilen insan) neticede, erkek olandı. Tanrılar da öyle, peygamberler de ve CEO’lar, başkanlar, yönetim kurulu başkanları, ordu kumandanları ve ordular, futbol ve futbolcular, endüstri ve fabrikatörler, BM, AB, ABD heep erkektiler. Homo erectus. Hep erekteydiler dünyaya karşı. Hep fetihte, hep savaşta idiler.
Bir haftada beş dağcı ölmüş Everest’te. E yeter diyor Everest. Bircik bircik hepiniz bayrak dikmeye geliyorsunuz, kirlettiniz, mahvettiniz, defolun diyor. Türbülanslar rahat vermiyor uçaklara. Göğün yüzü bıktı elimizden. Kuşlar bıktı, mavilik bıktı, bulutlar bıktı. Denizler salyalanmış. İyi bakın o salyalara. Onlar denizin değil insanın salyasıdır, kiridir, çöpüdür, zehridir. Ve toprak. “İllallah” dedi elimizden. Sürdük ektik olmadı, kazdık olmadı. Zehirledik olmadı. Nesi varsa altında, altını, bakırı, demiri, suyu… yetmedi. Çöküyor. Sarsılıyor. Yeryüzü, gökyüzü onlara dahil olan tüm varlıklarıyla birlikte gardını alıyor, alacak. Ulu ağacı, yüce dağları, kutsal nehirleri olmayan dünyanın acıması da olmaz. Sonuna kadar hak ediyoruz. Büyüsü bozulan dünyada buyurun, sığının tanrınıza.
Ya da Baba Vanga’ya.