Bu yazı 2018 yılında “Umut Yılmaz” mahlasıyla Engin Solakoğlu tarafından yazılmıştır:
“Büyük Umutlar” Charles Dickens’ın bir romanı. Özgün adı, “Great Expectations”, yani büyük beklentiler. Ben yine de ülkemizde bilindiği ismini severim zira içinde adım var.
Romanı okumuş olanlarımız vardır. Romandan uyarlanmış filmlerini, dizisini izlemiş olanlarımız da vardır. Hemen bütün eserlerinde Victoria dönemi İngiltere’sini olanca çıplaklığıyla ve şiddetiyle anlatan Dickens’ın bu romanının benim bugün karalayacağım yazıyla tek bir ortak yanı var, ismi.
Bir sonraki cümleden itibaren bu yazının konusunun ne olduğunu ve neden Dickens’ın romanından söz ederek başladığımı herkes anlayacak.
Yargıtay cenahından beklenmeyen bir gelişme olmazsa Haziran ayında Fenerbahçe’nin olağan kongresi yapılacak. Bir kongre üyesi olarak ben de oyumu kullanacağım için, birkaç aydır ön plana çıkan başkanlık yarışını ilgiyle izliyorum.
Bu kongre öncekilerden farklı görünüyor. Bu kez, Aziz Yıldırım’ın ciddi bir rakibi var. Ali Koç. Sadece sosyal medyaya, tribünlere ve camiadaki genel havaya bakarsak, kongre yapılmadan galip gelmiş gibi.
Bunun birkaç sebebi olabilir. Birinci sebep her bir Fenerbahçeli bakımından sübjektif: Uzun süreli başkanlık/liderlik yapan ve tek adam görüntüsü veren lidere duyulan tepki. Anlaşılan, Başkanın/liderin kimliği, icraatı, başarısı, başarısızlığı zaman içinde önemini yitiriyor. Aziz Yıldırım’ın, gerçekleşmesini sağladığı tesisler, futbol dışındaki branşları getirdiği yer ve Fenerbahçe’yi bir futbol takımı olmaktan, “Kocaman” bir spor kulübü olmaya taşıması bir yana, bu ülkenin bütün kurumlarını bir bir ele geçiren gözü dönmüş çeteye karşı elbette gerçek Fenerbahçe taraftarının içten ve güçlü desteğiyle – verdiği mücadele, bunun için gösterdiği maddi manevi özveri, haksız yere hapis yatması gibi olaylar bir noktadan sonra bellekten siliniyor ve ortalama Fenerbahçeliyi “al diyetini” deme noktasına getiriyor.
İkinci sebep ise objektif. Winston Churchill’in neredeyse her kitabında dile getirdiği gibi, muhalefeti olmayan, olana kulak vermeyen, burnunun dikine giden, etrafına sadece “hınk deyicileri” toplayan tek kişilik yönetimler önünde sonunda bir yerde hata yapıyor. Sonra bir tane daha, bir tane daha derken, yönetilen birimin “şaftı kayıyor”, tepki büyüyor. Tepkiler büyüdükçe, hatalar da büyüyor. “Başkan’ın adamları”, son kertede en çok Başkan’a zarar veren hakaret ve hezeyan sarmalına giriyorlar ve manzara çirkinleşiyor.
Üçüncü ve galiba en önemli sebep, bu çirkin manzarada ortaya beyaz atlı bir Prens çıkması. Zengin, yakışıklı, ölümüne Fenerli, kimilerine göre acayip mütevazı, aransa bulunamayacak bir karakter. Dumas’nın Monte Cristo Kontu veya Stendal’in Julien Sorel’i, Prensimizin yanında ikinci sınıf ve esas oğlandan her vesileyle dayak yemeye mahkûm figüran gibi kalıyorlar. Neresinden baksanız, beğenmeyenin aklına şaşılacak bir Başkan adayı.
Doğal olarak Prens’e hepimiz körkütük âşık oluyoruz. Prensimizin bizi arşa çıkaracağına dair şarkılar söylemeye başlıyoruz. Bir adamı değiştirince, onun etrafında kümelenmiş bir grup niteliksiz tayfadan kurtulunca, manzaranın ölçüsüzce güzelleşeceğini umuyoruz. Bu arada, yakışıklı prensin başına geçeceği camianın uzayda olmadığını, etrafının nelerle ve kimlerle çevrildiğini, hangi “çamurlu” sahalarda oynamak zorunda kalacağını, nasıl bir iklimde ve kaç şiddetinde bir rüzgâra karşı maç yapacağını, o ortam değişmeden, değiştirilmeden “Büyük Umutlar”ımızın gerçekleşmeyeceğini düşünmüyoruz bile.
Evet, Haziran’da kongre var. Evet, gidip oyumuzu verecek, büyük bir olasılıkla “Başkan”ın değiştiğini göreceğiz.
Ne var ki, korkarım kısa bir süre içinde, “Büyük Umutlar”ın güzel bir roman adı olduğunu ve bir spor kulübüne başkan seçmenin, özlediğimiz mutluluğa kavuşmak, “motorları maviliklere sürebilmek” için yeterli olmadığını fark edeceğiz.