Sabah uyanınca pencereden baktığınızda dışarıda var olan hayatın dışındaymış gibi kendinizi mutsuz hissediyorsunuz.
Karamsar düşüncelerle bir odada hapis kalmış gibisiniz. Ruhunuza doğmayan güneş düşüncelerinize prangalar vurmuş, duygularınız paramparça, içindeki huzursuzlukla kendi bedeninden dışarıya çıkmak istiyor insan…
İki şehir arasındaki bir sınırdaymış gibi hissediyorsunuz. Gökyüzü ile yeryüzü, gece ile gündüz, soğuk ve sıcak düşünceler, bir aldanışın içinde zıtlıklar anlamsızlaştırıyor yaşadığınız hayatı. “Kendimi mi kandırıyorum” diye düşünüyorsunuz. Acımasız bir yargı gibi yarattığınız şeylerin kölesi olmuş, kaybolmuşsunuz, üzerinizde soğuk karanlıklar, gözlerinizden içinize yüreğinize akıyor. İnsanı yoksullaştıran, acıtan, ağlatan bir ışığın gölgesi ruhunuzda.
Bahçedeki ağacı, çiçeği, her şeyi bir dekormuş gibi umursamıyor bunalımlı insan. Doğada var olan gerçeği algılama konusunda bazı sorunları yaşıyor ya da anlamakta güçlük çekiyor, kendi içinde çelişkilerle dolu. İnsanın, kendisi dahil hiç kimse ile arasında bir yakınlık duygusunun olmadığı, birbirine benzeyen yüzler.
Sören Kierkegaard, “insanı bu dünyaya bağlayan hiçbir dış nedenin bulunmadığını” söyler. Kierkegaard’a göre insanın bu dünyada, doğada, yaşamda nasıl bir anlam arayışı içinde yer tuttuğunu kimse bilemez. Yani insanın kendi kendine yarattığı bunalım kendi kendine yok ettiği ama bunu asla fark edemediği bir ruh haline dönüşüvermiş.
Kişinin bireysel anlamda, bedensel ve ruhsal olarak içeriden veya dışarıdan gelen mesajlarla dengesi bozulduğunda yaşadığı her bunalım sorunlara yol açar. Bununla kalsa iyi, diğer insanları da etkilediğinden bu ruh hali yaşadığı toplumu da etkiler. Kişinin içinde bulunduğu bu durum özel olduğundan, ilişkisi suya attığı taşın oluşturduğu halkalara benzer.
Yaşadığı toplumda kişinin sadece kendisinde olan özellikler onu var eder .Eğer kişi bunalımdaysa bu bir mizaç, karekter sorunu değil, gerçek kimliğin yitirilmesidir. Öyle ki düşünceler, duygular, davranışlar birden farklı ruh hali ile değişir.
İşten yorgun argın döndüğünüzde havanın bir an önce kararmasını beklemek, yalnızlığı sevmediğiniz halde yalnız kalma duygusunu istemek. Ya da ana rahmindeymiş gibi kendini yatağa atma isteği. Gelen telefonlara cevap vermek istememek. Bir yerde karşılaştığınız tanıdıkla selamlaşmaktan ya da konuşmaktan kaçınmak. Hüzünlü şarkılar dinlemek. Her konuda muhalefet olmak. Saatlerce sosyal medyada insanları izlemek, kim ne yapıyor merakı içinde olmak. Uyuyamamak.
Sigmund Freud bu tür durumları melankoli hali olarak ifade ediyor. Kişinin derin acılarla dolu, üzüntü ile yoğrulan günleri varsa ister istemez dış dünya ile irtibatını kesmek zorunda kalıyor. Bu, kimlik kaybı denilen şeydir, öz saygının yitirilmesidir. Kişi kendisini zavallı, değersiz, hiçbir şey hak etmeyen biri olarak görebiliyor. Bu tür kişiler için söylenebilecek en mantıklı şey, insanın sevdikleri ile savaşıp nefret ettikleri ile seviştiği ruh hali bu olsa gerek.
İnsan var olduğu günden beri hep bir bunalım yaşamış. İlkel insan kendisini doğanın bir parçası olarak gördüğünden sürekli uyum sağlama konusunda yetersiz kaldığında bunalıma girmiş. Binlerce yıl önce insan mitolojik düşünceye bağlı olduğundan, somut düşünme becerilerinde yetersiz kalınca mitler üreterek bunalıma girmiş.
Antik dönemde evrenin varoluşu kendisinin parçası olarak gören felsefi anlayış içinden çıkılmayacak sorulara götürdüğünde filozoflar da bunalıma düşmüş. Tek tanrılı dini anlayışın egemen olduğu cennet-cehennem anlayışı insanları bunalıma sürüklemiş.
Bu süreç bir çok yönden acıların yaşanmasına ortam hazırlamış. Dünyada coğrafi keşifler, kapitalizmin sömürü anlayışı, dindeki Rönesans ve Reform hareketleri beraberinde akılcı gelişmeyi getirmiş olsa da, doğa sevgisinin azalması ileri dönemlerde çok büyük felaketlerin, bunalımların yaşandığı bir süreç olmuş. Günümüzde ise insan bireysel anlamda bütün bu bunalımları en üst düzeyde yaşıyor.
Dünyada, ekonomi, kültür ,teknolojik, psikolojik ve ahlaki alanlardaki küreselleşmenin yarattığı bunalım insanda yabancılaşmayı yani varoluşçuluğu gündeme getirmiştir. Tarihsel açıdan baktığımızda devletler bunalıma girdiğinde dini, ekonomik, siyasi ya da milliyetçi kaygılarla savaşlara girmiş. Toplumlar ise bunalıma girdiğinde çatışmışlar. Zaten doğa bilimleri, matematik ve kültürün amacı toplumların arasındaki bunalımları bilimle ya da diyalog ile ortadan kaldırmak.
Günümüzde insandaki üzüntü, keder, mutsuzluk, isteksizlik, karamsarlık, umutsuzluk gibi duyguların yarattığı gerginlikle kişinin kendine olan güveni azalınca bunalım başlıyor. En kötüsü de bunalımdayken bunalıma girmek, beterin beteri bir duruma düşmek.
Etrafımızdaki herkes bunalım yaşayabilir, şairler, yazarlar, ressamlar, heykeltraşlar yaşadıkları depresyonu bir şekilde eserlerine yansıtmış.
Hayat bu, hiçbir şey istediğimiz gibi gitmez. Tek yapmamız gereken gözlerimizi kapatıp, iç dünyamıza seyahat etmek. Bu hayattaki en önemli varlık benim diyerek hayatın merkezine kendinizi almanız. Kişi olarak sosyal, toplumsal, kültürel ve doğal çevresine uyumunuzu sorgulayın. Çevrenize karşı uyum sorunu yaşıyorsanız bunun üzerinde düşünün.
Hem çevreniz hem de kendi üzerinizdeki denetimi kaybettiğinizde çaresiz kalırsınız. Bu durum sizi yalnızlaştırır, içinde bulunduğunuz topluma ait hissedememe duygusuna, en sonunda da kopuşa götürür.
İyi şeyleri, güzel anıları düşünün. “Ağlamak için yağmuru bekleyenler vardır. Onların ağladığını yalnızca kalbinde gözyaşlarıyla suladıkları çiçekler bilir” diye bir söz vardır.
Renkli kalabalık dünyanın içinde asık yüzlü, somurtkan, bunalımlı, serkeş olmayın, sadece sizi mutlu edecek kişilerle iletişime geçin…