Bundan 10 yıl önce, 2014 kışında Arjantin’e yaptığım seyahatin önemli duraklarından biri doğal olarak başkent Buenos Aires’ti. Seyahati internet üzerinden bulduğum Izabel isimli bir hanım vasıtasıyla organize etmiştim.
Brezilya’da Rio de Janeiro’da başlayan program, bizi Iguazu Şelaleleri üzerinden Arjantin’e getirmişti. Oradan da uçakla Buenos Aires’e uçmuştuk. Yolculuğumuz daha sonra Latin Amerika’nın güney ucu Ushuaia, And Dağları’nın Arjantin tarafında Şili sınırındaki El Calafate, Mendoza ve Şili’de Santiago de Chile olarak devam edecekti. Oralardaki izlenimlerimi başka yazılara bırakarak bugün Buenos Aires anılarımı anlatacağım.
Arjantin Türkiye’nin üç buçuk katından daha geniş topraklara sahip bir ülke. Nüfusu 45 milyon civarında. Topraklarının tarımsal faaliyetler, hayvancılık ve madenciliğe uygun olması nedeniyle 1870-1930 yılları arasında özellikle İspanya ve İtalya’dan önemli miktarda göç alan Arjantin, 1930’larda dünyanın en zengin on ülkesi arasına girmiş ancak daha sonra kötü yönetimler nedeniyle hızla göreceli olarak fakirleşmiş bir ülke. Nüfusunun %90’ını İspanyol ve İtalyan asıllılar oluşturuyor. İrlandalılardan, Almanlara ve Osmanlı tebaalarına kadar pek çok ülkeden de göç almışlar. Ülkede Osmanlı tebaalarının torunlarına El Turco deniyor. En meşhur El Turco, eski cumhurbaşkanlarından Carlos Menem.
Resmi dili İspanyolca olan bu ülke bizde ağırlıklı olarak futbolu ve tangosu ile bilinir. Che Guevara da Arjantinlidir. Tabii bir de Eva Peron’u biliriz. Hani kendinden yirmi yaş büyük eşi Cumhurbaşkanı Juan Peron’dan daha popüler olan, adına şarkılar bestelenen, müzikaller yapılan Evita. “Don’t Cry For Me Argentina” şarkısı ise Evita müzikalinin en meşhur parçasıdır:
Arjantin’in yüzölçümü büyük bir ülke olduğundan, zamanınız da dar ise, kullanabileceğiniz tek ulaşım aracı uçak. Ülke içerisinde de Aerolinas Argentinas isimli kamu şirketi dışında başka uçan havayolu yok. Sürekli geciken, sık sık sefer iptal eden bir havayolu. İç hatlarda genellikle Brezilya yapımı Embraer 190’larla uçuyor.
Bu seyahatte bizi Iguazu’dan Buenos Aires’e getiren uçak da 20.45 yerine ancak 22.15’de kalkabildi. 23.50’de Buenos Aires’in iç hatlara hizmet veren havalimanına muazzam bir türbülans, çığlıklar ve bağrış çağrış içerisinde indik. Etrafta şimşekler çakıyor, uçak zangır zangır titriyor, arada bir irtifa kaybediyordu.
Bir taksi bulup Recoleta semtinde kalacağımız apart otele vardığımızda saat 01.00 olmuştu. Burada dört gece kalacak grubumuz dört kişiydi ve hepimiz aynı mekânı paylaşacaktık. Üç yatak odası, iki banyo, bir mutfak ve yemek ve oturma odasından oluşan bir daireydi.
Ertesi gün saat 10.00’da lobide Izabel’le buluştuk. Izabel’le anlaşmamız genelde iki bölümden oluşuyordu; istediğimiz parkurda bize en iyi organizasyonu sağlamak bunun ilk bölümüydü. İkinci bölümüyse seyahat esnasında bizi uzaktan izlemek, gerektiğinde müdahale etmek ve bilgilendirmekti. Buluştuğumuzda daha önce anlaştığımız gibi kendisine kişi başı 100 dolar takdim ettik. Bu parayı, hem oluşturduğu program hem de daha sonra Aerolinas Argentinas’ın seyahat boyunca çıkardığı inanılmaz problemleri çözmesi nedeniyle fazlasıyla hak etti.
2014’te tanıştığımızda Izabel 65 yaşlarındaydı. Düzgün İngilizce konuşması, iş disiplini, ülkeyi ve Buenos Aires’i çok iyi tanıması bizim için çok değerliydi. Izabel, ailesinin kökenini 1754’e kadar belirleyebiliyormuş. Hatta tedavülde bulunan yüz pezoluk banknotlardan bazılarının arkasında dedelerinden birinin bir süvari birliğini komuta ederek, Güney Arjantin’de bulunan Patagonya’yı fethi resmedilmişti. Paranın ön yüzünde ise Evita Peron’un resmi vardı. Izabel, “Aslında bu harekatta Patagonya’daki yerlilere soykırım uygulamışlar ama o zamanlar bunlar doğalmış” diye bir yorum da yaptı.
Izabel ilk iş olarak para sorunumuzu çözdü. O sıralar resmi kur 1 dolar=8 pezoydu. Karaborsada ise 10 pezoymuş. Bazı yerlerde 12’ye de bozarlarmış ama paralar sahte olabilirmiş. O nedenle biz tüm seyahat için gerekli pezoları tahmini olarak hesapladık ve kendisine dolar olarak verdik. O da bizle lobide sohbet ederken şoförünü yollayarak paraları bozdurttu.
Adam paralarla geri döndüğünde başka bir sorun çıktı. Gelen tomarlarla parayı neremize koyacaktık. Önce odadaki kasaya koyduk. Buenos Aires’ten ayrılırken de parayı dörde bölüp, her birimiz boynuna ve beline asacaktı. Karaborsada bozdurulan para sayesinde bizim için Arjantin’de her şey bir anda %20 ucuzlamış oldu.
Izabel daha sonra bizi Recoleta’da bulunan Arjantin’in en meşhur mezarlığına götürmeyi ve orada rehberlik yapmayı teklif etti. Garip bir durum tabii. Buenos Aires’te ilk gün ve gidilecek ilk yer bir mezarlık!
Ancak, mezarlık gerçekten ilginç ve gezmeye değer bir yerdi. İki katlı evleri andıran aile mezarları sokaklar boyunca uzanıyordu. Burası adeta bir ölüler kentiydi. Izabel’in ailesinin mezarı da buradaydı.
Ölüler kentinde ilginç hikayesi olan pek çok mezar vardı. Yahudi ve Katolik amblemlerinin birlikte olduğu bir mezar, 17 yaşında ölen kızının mezarının yanına yatağını koyup geceleri orada yatan annenin hikayesinin anlatıldığı mezar, yine 17 yaşında gömülen daha sonra mezarda yaşama geri dönen fakat tabuttan çıkamayarak ölen, ölmeden tabutunu tırnaklarıyla tırmalayarak dışarı çıkmaya çalışan ve tabuta kanlı tırnak izlerini bırakan kızın mezarı (brrr!), bu zenginlerin mezarlığında bekçilik yapan ve 28 yaşına kadar para biriktirip, tüm birikimiyle kendine bir mezar yeri alan ve arkasından 1908’de intihar eden kişinin mezarı bunlardan aklımda kalanlar.
Ancak, bu mezarların en meşhuru Izabel Peron’a (Evita) ait. Peron’un ikinci eşi olan Evita Duarte (Peron) 33 yaşında kanserden ölmüş. Evita 15 yaşında Patagonya’dan Buenos Aires’e gelmiş. Gayrimeşru bir çocukmuş ve zengin bir toprak sahibi olan babası kendini hiç kabullenmemiş. Üvey babası ve annesiyle yokluk içerisinde geçmiş çocukluğu. Buenos Aires’te bir radyoda çalışmaya başlamış ve Peron’la orada tanışmış.
Evita, eşi Peron’un en büyük destekçisiymiş. Hep fakir halka yardım etmiş ancak popülist, ekonomik gerçeklerle hiç uyuşmayan pek çok uygulaması da olmuş. Çok iyi bir demagogmuş. Meme kanserinden genç ve güzel haliyle de ölünce halk arasında efsaneye dönüşmüş. Duartelerin aile mezarlığının içinde değil de önünde, hep birlikte yürüdüğümüz yolun hemen altında yatıyormuş.
Mezarlık gezisinden sonra Izabel bize ayaküstü yemek yenecek bir iki yer gösterdi. İtalyan kökenlilerin olduğu bu ülkenin, doğal olarak dondurmaları da meşhur. Izabel bize Freddo zincirini önerdi. Bir dükkanında 250 gram dondurma yedim. Gerçekten güzeldi. Ancak, çok tavsiye edilen Dulce De Leche (süt reçeli) dondurmasından pek etkilenmedim.
Arjantin’de yenecek özgün yemeklerden biri de empanada. İspanya’dan gelen bir börek çeşidi. Genelde 10 cm civarında ve yarımay şeklinde oluyor. İçerisine sığır eti, tavuk eti, jambon ve peynir veya ton balığı, soğan, ıspanak konabiliyor. Buenos Aires’te çok meşhur empenada restoranları var. Ben birinde bir adet domates ve peynirli empanada, bir de kıymalı yedim. İkisi de çok güzeldi. Kimimiz ıspanaklı, kimimiz peynirli empanada yedik. Herkes çok memnun kaldı.
Buenos Aires’de deniz ürünleri ve meşhur Arjantin etleri servis edilen restoranlar da yaygın. Yemekten bahsederken, Mendoza şaraplarını da unutmamak lazım. Hem oldukça ucuz hem de oldukça kaliteli. Ancak, dünyada hâlâ Şili şarapları kadar tanınmıyor.
O gün şehrin merkezinde kilometrelerce yol yürüdük. Benimle gezen arkadaşlarımın çok iyi bildiği gibi, ben tanımadığım bir şehri yürüyerek gezip öğrenirim. Günlük yürüyüşlerim bazen 30 km’yi bulur ve bana ayak uydurmaya çalışan arkadaşlarım da perişan olur. Ancak, bir uyarı… özellikle bazı Asya ve Amerika kentlerinin güvenlik zafiyeti olan bölgeleri vardır. Kent planında riskli diye belirtilmeyen bu yerler hakkında önceden iyi bilgilenmek ve buralarda macera aramamak gerekir.
İlk günkü yürüyüşte 9 Temmuz Bulvarı’nın (9 Temmuz 1816’da Arjantin İspanya’dan bağımsızlığını kazanmış.) güvenli olan bölümünde dolaştık. Bu caddenin dünyanın en geniş caddesi olduğu söyleniyor ve kenti kuzeyden güneye boydan boya geçiyor. Ancak güney kesiminde güvenlik yeterli değil. Bu arada parlamento binasını ve bulvar üzerinde olan Teatro Colon’u da gördük.
Teatro Colon, Milano’daki La Scala’nın birebir kopyasıymış. Ancak iddiaya göre La Scala’nın geçirdiği son restorasyondan sonra ses düzeninde bazı sıkıntılar ortaya çıkmış, o nedenle Teatro Colon’un akustiği şimdi La Scala’dan daha iyiymiş.
Izabel bize Buenos Aires’deki ilk gecemiz için bir tango şovunda yer de ayarlamıştı. Recoleta semtinin komşusu olan Palermo bölgesinde olan konser salonuna, bizi otelimizden alan özel bir araçla gittik. Bu arada hemen bir not; Recoleta’da eski zenginler, Palermo’da ise sonradan görmeler otururmuş. Aralarında da gizliden gizliye ciddi bir rekabet varmış.
Geldiğimiz mekânın adı Carlos Gardel Gösteri Merkezi’ydi. Sadece tango şovlarının yapıldığı, daha çok turistlere yönelik bir mekân. Izabel bize yemeklerinin ve tango şovlarının olağanüstü olduğunu söylemişti. Gerçekten de öyleydi. 400 kişilik bir mekânda masalarda oturuluyordu. Geniş bir sahnesi, sahnenin üstünde bir orkestra mekânı vardı. Arjantin etlerinin servis edildiği menü nefisti. Yemek yenirken sahnenin önüne yerleştirilmiş bir perdede Carlos Gardel’in hayatı anlatılıyor, yaptığı tango şovlarından kesitler sunuluyordu.
Gelelim Carlos Gardel’in kim olduğuna… Carlos Gardel 1930’larda Kolombiya’nın Medellin kentinde genç yaşta ölen bir tango sanatçısıymış. Aslen Arjantinli. Ölümü duyulunca New York, Havana gibi kentlerde bile intihar eden kadınlar olmuş. Ölümünden sonra popülaritesi daha da artmış. Bulunduğumuz tiyatroda da sahne alırmış. Size kendi sesinden en meşhur bestesini aşağıda sunuyorum; Por una Cabeza. Kadın Kokusu filmini izleyenler hemen anımsayacaktır.
Şovda dikkatimi çeken, önce herkesin yemeğini yemesi, sonra sanatçıların sahneye çıkması oldu. Bizdeki gibi bir yandan yemek bir yandan da çatal bıçak sesleri arasında şov söz konusu değildi. Bu sayede sanatçıya da saygıda kusur edilmemiş oluyordu. O akşam klasik ve modern tangolardan bir demeti zevkle izledik. Hem danslar, hem kostümler harikaydı. Ben ABD’den İngiltere’ye, Vietnam’dan Avusturya’ya pek çok müzikal, dans gösterisi izledim. Benim için hâlâ bir numara, o akşam izlediğim şovdur.
Buenos Aires’te ikinci günümüzde planımız şehrin bir bölümünü yürüyerek gezmekti. Ancak, geceki şov nedeniyle çok geç yatabildiğimizden sabah 9.00’da kalkmaya karar vermiştik. Uyandığımızda sıkı bir yağmur vardı. Kahvaltıdan kalktığımızda saat 10.30 olmuş, yağmur da dinmişti. O gün kısa dinlenmelerle dört buçuk saat dolaştık. Gördüğümüz en önemli bina ise Casa Rosada oldu.
İspanyolcada “pembe ev” anlamına gelen Casa Rosada, Arjantin cumhurbaşkanlarının yönetim binası. Bu binanın, ana kapısının hemen üstündeki balkondan Eva Peron halka hitap eder, önündeki Plaza de Mayo meydanında on binler onu dinlermiş.
Daha sonra Plaza de Mayo’dan yürüyerek, bizim Beyoğlu gibi yaya yoluna dönüştürülmüş alışveriş caddesi Avenue Florida’ya girdik. Etraf kambiyo diye seslenen döviz bürolarının ayakçılarıyla doluydu. Ekonomi batık, döviz resmi ve karaborsada farklı kurlara sahip olunca paradan para kazanmak, bir şeyler üretmek ve satmaktan daha cazip hale gelmişti. 1930’ların parlayan yıldızı Arjantin’in hali içler acısıydı. Bugün de durum pek farklı değil.
O akşam bir et lokantasına gittik. Et fiyatları Türkiye ile karşılaştırılmayacak kadar ucuz, kalitesi çok yüksekti. Biz bir de parayı karaborsadan bozdurmuş olduğumuzdan, yediğimiz yemek neredeyse bedavaya geliyordu. Mendoza şarapları da yediğimiz et gibi çok uygun fiyataydı. Ben o akşam bumbar görünümünde ızgara sığır sosis ile başladığım yemeği, 600 gr’lık bir biftekle bitirdim.
Buenos Aires’teki son günümüzde La Boca isimli, Buenos Aires’in en eski limanının bulunduğu bölgeye gittik. La Boca, Buenos Aires’in en bilinen mahallesi. Ancak, mahalle, limanın zamanla River Plate’in (gümüş nehir) getirdiği alüvyonlarla dolması nedeniyle önemini kaybetmiş ve ciddi şekilde fakirleşmiş. Kentin en tehlikeli bölgelerinden biri haline gelmiş. Çevresindeki mahalleler de aynı şekilde çetelerle dolu. Ancak, restorasyonla La Boca’nın özgün mimarisini kısmen korumuşlar ve turistlerin dolanabileceği küçük bir alan oluşturmuşlar.
Tripadviser gibi seyahat uygulamalarında da risklerle ilgili uyarılar var. Izabel bize, “Benim şoför Jorge sizi götürsün, dönüşte de turistik alanın içerisindeki taksi durağından bir araç tutun ve hava kararmadan geri dönün, yanınıza da fazla para almayın” diye sıkı sıkı tembih etti. Ayrıca tekrar tekrar sahilden 100 metreden fazla içeri girmeyin diye uyardı.
Jorge ile şehrin kuzeybatısında bulunan Recoleta’daki otelimizden güneye doğru yola çıktık. Bir süre sonra yıkık dökük binaların olduğu, etrafta çöplerin yığıldığı, halkın fakirliğinin sokaktaki yaşamlarından hemen anlaşıldığı caddelerden geçtik. Belki de Buenos Aires’in gerçek yüzü buydu. Sonunda La Boca’nın turistik bölgesine vardık. İki yüz metrelik bir kordon, paralel bir sokak ve dikine bir caddeden oluşuyordu. Binalar özgün karakterleriyle restore edilmiş ve çoğu sarı-lacivert boyanmıştı. Nedenine gelince…
La Boca’nın futbol takımı Boca Juniors, Arjantin’in River Plate’le birlikte en meşhur kulübü. Biri kentin kuzeyinden, diğeri güneyinden. Maradona’nın da 15 yaşından itibaren top koşturduğu Boca Juniors 1905’te kurulmuş. Renklerini 1911’de limana gelen bir İsveç gemisinin bayrağından almış. Daha önceleri takımın renkleri siyah beyazmış. Stadının taraftarlar arasındaki adı La Bombonera, yani bonbon şekeri kutusu. Stadyum şekli nedeniyle bu isimle anılıyor. Stadın dış cephesi ve binaların bazılarının duvarlarında da ‘La Republica de La Boca’, yani Boca Cumhuriyeti yazıyordu. (Manşet fotoğrafı) Bu slogan, Fenerbahçe Cumhuriyeti deyiminin nereden geldiğini merak edenlere bir ipucu veriyor sanırım.
La Boca’nın turistik bölgesindeki kafelerden de bahsetmeden geçemeyiz. Renkli binaların alt katında olan bu kafelerin kaldırımlara taşan dış mekanlarında çok güzel tango yapan çiftler görebilirsiniz. Bu fakir mahallenin halkı bize, fakir ama güvenilir, onurlu insanlar gibi geldi. Zaten La Bocalı olmak bir övünç nedeniymiş. Biz de burada tam anlamıyla bir alt kültür oluşmuş izlenimi edindik.
Bir dükkâna girdik. Amaç hatıra için bir t-shirt almaktı. Ufacık dükkânda Antalyalı bir çiftle karşılaştık. Adam bir Boca Juniors forması satın almak istiyordu. Dükkân sahibiyle sohbeti ise ilginçti. Türkiye’den geldiğini öğrendiği müşterisine, dükkân sahibi, “Yanında Fenerbahçe forması varsa değiş tokuş yapalım, para verme” diyordu. Bir yandan da “La viva Fenerbahçe” diye neşeyle mırıldanıyordu. Öğrendik ki Fenerbahçe ve La Boca kardeş kulüp olarak görülüyor ve Fenerbahçe’nin tüm maçları bu mahallede ilgiyle izleniyormuş.
Saat 18.00 olunca Izabel’in uyarısını hatırlayarak taksi durağına gittik. Ancak ortalıkta taksi yoktu. Oradaki bir değnekçi bize taksi çağırdı. Bozuk bir İngilizce ile “Hizmetim için bana bir şeyler verir misiniz” diye sordu. Biz bozuk para ararken, “Yoksa kalsın” diyen bu adama 5 pezo (yarım dolar) verdik. Adamın yüzü güldü, defalarca teşekkür etti. Anlaşılan onun için önemli bir miktardı.
Adamın bulduğu taksiyle yine o fakir mahallelerden geçerek otelimizin bulunduğu, eski zenginlerin yaşadığı Recoleta’ya geri döndük. Ertesi gün yapacağımız Buenos Aires’in 3000 km güneyindeki, Latin Amerika’nın en güney noktası olan Ushuaia’ya uçmak üzere valizlerimizi toparlama zamanı gelmişti.
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.
Kaynaklar:
-Wikipedia