Hemen hemen hepimizin sıkça deneyimlediği bir durumdan bahsetmek istiyorum…
Dost sohbetinde siz ya da birisi herhangi bir sıkıntısını, problemini anlatır. Orada bulunan kişilerden birinin hemen söylediği ilk söz “boş ver” olur. Adam ya da kadın kendine göre haklı olarak sıkıntısını, yaşadığı sorunu en ince ayrıntısına kadar anlatıyor, anlatmak, rahatlamak, belki de bir çözüm yolu duymak istiyor.
Ama ilginç bir şekilde herkesin tepkisi hemen “boş ver” demek oluyor. Boş ver, takma kafana, üzerinde düşünmeye değmez gibi sözler aslında avutmak, durumu kurtarmaya yönelik kelimeler. O kişinin sorununa çözüm yolu önermektense, “Aman umursadığın şey bu mu” diye geçiştirilir.
“Boş ver” bilinçsizce bir teselli hatta belki de dünyanın en ucuz kelimesi. İyi de karşındaki senden bir “boş ver” duymak için anlatmıyor ki. Zaten boş verseydi, boş verebilseydi anlatmazdı, yormazdı kendisini bu kadar…
Kızmak, bağırmak istersiniz “boş ver” diyen kişiye ama sonra siz de boş verirsiniz… Bu kelime öyle bir değer ve anlam kaybına uğradı ki… Boş vermek dediğimiz kelimeyi o kadar çok duyuyoruz ki duyarsızlaşıyoruz; artık birisi bize öyle dediğinde sanki bizimle ilgilenmiyormuş gibi hissediyoruz.
Gerçekten başta zararsız görünüyor, sevdiğiniz bir kişiye, ailenizden birine ya da yakın dostunuza bir söylediğinizde teselli sözcüğü olarak kullanıyorsunuz. Boş verilmesi gerektiğini bildiğimiz halde boş veremiyoruz, boş versek de, vermesek de bir girdabın içinde manevra yapıyoruz.
Okuduğum bir hikayede diş doktoru boş vermenin diş çektirmek gibi olduğunu söylemiş. Ağrıyan diş çekildiği zaman rahatlarsın ama dilin hep dişinin eskiden olduğu yere doğru gider. Dişin çekildiği ilk günde yüzlerce kez artık canını yakmamasına rağmen insanın dili o boşluğa gider. Çünkü çekilen diş bir boşluk bırakır. Bazen kendini o dişin eksikliğini hissederken bulursun. Bu durum belli bir süre devam eder ama zamanla geçer. Dişi çektirmeyip de bıraksa mıydın? Hayır. Çünkü çürümüş diş canını çok yakıyordu. Bu yüzden çekilmesi gerekiyordu, çekildi. Önüne bak ve boş ver.
İnsan olarak bizim her sorunu çözme kabiliyetimiz olmadığı aşikar. Hayatın kendisi, doğa, insanlar ve sürprizlerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Her gün yeni hayal gücümüzün dışında gerçekleşen olaylarla karşılaşıp bu olaylar hakkında fikirler üretip önümüze karanlık bir manzara resmedip kendimizi mutsuz ediyoruz. Biz istesek de istemesek de dışımızda olan bir dünya var ve bu dünya sürprizlerle dolu. İnsan içindeki duygu, düşünce ve davranışları, hayalleri, tutkuları kontrol edebilecek bir güce sahip. Kendi dışında olabilecek hiçbir şeyi kontrol edebilme şansına sahip değilse o zaman kendi dışında olabilecek her şeyi özgür bırakmalı. Olaylar, problemler üzerine yapacağı her düşünme kişinin kendisine zarar verecektir. Bu durumdan kurtulabilmek için kişi anı kucaklamalı.
Yaşadığımız çağda her şeyin saniyeler içinde değiştiğinden olsa gerek hayatı deneyimleyecek fırsatı geçiyor veya gelecek hakkında endişelenerek bugünü kaçırıyoruz. Zamanı gelmedi mi dünün pişmanlıkları ve yarının kaygılarını bırakmanın? Hayatı bir arada tutan yaşamın dokusu olan anları biriktirmenin zamanı geldi. En çaresiz kaldığınız anda, her bir gün batımı, her bir gün doğumu insana fırsat verip yeni yollar sunar. Ekosistemin içinde nasıl bir varoluş varsa, sürekli mevsimlerin değişimi, doğada olan günübirlik değişimler hep bize bir değişimi, dönüşümü öğretir. İnsan değişmeli geliştirmeli kendisini. Hayat bir devrim gibi, insanın yaşamında önemli işlevi olan düşünce, duygu, davranışların hızlı ve geniş kapsamlı bir biçimde kökten değiştirilmesi ya da yenileştirilmesi, biçimlendirilmesi için hep imkan sunar. İnsan kendisine verilen fırsatları değişim, dönüşüm mantığı ile tuvalindeki renklerlerle yeniden boyamalı. Ruhun huzuru, bilmenin, anlamanın, yorumlamanın, deneyimlerin zenginliği, anıların hazinesidir.
İnsan ne yaparsa kendine yapıyor. Bir süre sonra boş vermeyi öğreniyor, akışına bırakmayı öğreniyor. Gereksiz düşüncelerden kurtulup farklı şeylere adım atmak hayatı daha çok güzelleştiriyor. Hayatınızda sizi yoran, kişiliğinizin sınırları işgal eden, saygısız hareketlerde bulunan, yıkıcı eleştiri yapan, şikayet eden, suçlayan, yargılayan, dedikodu yapan, iftira atan, sözüm ona patavatsız, bencil ve kendini öven insanlara mesafe koyun, onları boş verin… İnanın bu tür insanlar sizi yorar. Sizin için ruhen, psikolojik, duygusal ve düşünsel yüktür…
Ancak Marcus Aurelius’ un belirttiği gibi, mutluluğun düşüncelerinin kalitesine bağlıdır. Evren değişiyor; hayatımız, düşüncelerimize göre şekilleniyor. Yaşamdaki mutluluk da düşüncelerimizin kalitesine bağlıdır. Gerçekleşen her şey, gerçekleşmesi gerektiği gibi gerçekleşir.
İnsanların sosyal medyada aylarca “vicdan rahatlatma” adı altında yaptıkları ajitasyon paylaşımlarındaki samimiyetin yokluğunu sonradan görünce boş vermek zorunda kalıyor. Bazen hayat mecbur ediyor boş vermeyi, kafaya takmamayı öğreniyorsun. Kendine boş vermişlik hissini veriyorsun. İnsan iç dünyasında yaşadıkları nesnel dünyada yaşadıklarından ağır gelmeye başladığı zaman boş vermeyi öğreniyor.
Toplumsal samimiyetsizliği, ikiyüzlülüğü, kişisel çıkarın, adam harcamanın kolay olduğunu görünce insan boş veriyor. Ne bileyim, belki de yaşadıklarımızın hepsi boş vermeyi daha iyi öğrenelim diye oluyordur!
Keşkelerin olmamalı, keşkelerin arkasına sığınmamalı, hayatına giren iyi olan herkese, her şeye teşekkür etmeli, bir de bir şeyleri boş vermeli insan…