Bize anlatılan tarih genellikle Osmanlı beyliğinin tarihidir, diğer Türkmen beylikleri sanki Türk değilmiş gibi.
Anlatılan Osmanlı tarihi de kahramanlık efsaneleriyle süslenmiştir. Türkmen beyleri Batı Anadolu’da toprak kazanırken karşılarında muhteşem Bizans imparatorluğu ve ordusu mu vardı, Türkler bu inanılmaz güçlü orduyla savaşarak mı topraklarını genişletti sorularına yanıt bulursak efsane ile gerçekler birbirinden kolayca ayrılır sanırım.
Türkmenler Anadolu’ya Moğollardan kaçarak geldi
“Moğol istilası Asya’da büyük bir karışıklığa yol açmıştı. Doğunun daha ilerideki yörelerinde yaşayan Türk ya da Türkmen göçebelerinden pek çok aşiret ve aile Moğollardan kaçmak için batıya göçmüştü. Selçuklu sultanları bu sığınmacıları başlarına dert saydı ve onları Bizans sınırı boylarına yerleştirdi. Selçuklu Sultanlığı Moğollara yenik düşüp çökünce, yeni gelenler kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kaldı. Bunlara, Selçuklu ülkesiyle Bizans ülkesi arasındaki sınırda, sahipsiz arazide yerleşmek üzere ailelerini ve sürülerini de birlikte getiren yeni sığınmacı kitleleri katıldı.”1
“1261’de göçmenlerin sayısı binleri bulmuştu. Kendi aralarında birleşik tek cephe oluşturmuş değillerdi ve askeri harekâtları küçük ölçekteydi. Ne var ki, akınlarını fanatik dindarların coşkusuyla ve geri çekilme olanağı bulunmayan insanların kendini esirgemezliğiyle yapıyorlardı. Gelecekleri talana ve batı yönünde, Anadolu’nun deniz kıyısına daha yakın olan bereketli vadilerine, ovalarına doğru ilerlemek umuduna bağlıydı. Bu dağınık aşiretlerin gazi önderleri saldırılarını, vaktiyle Nikaia (İznik) imparatorları tarafından oluşturulmuş sınırın çeşitli noktalarına geçerek yönlendiriyorlardı.
Söz konusu sınırın doğal çizgisi, hayli uzun zamandan beri, Karadeniz’e akan Sangarios/Sakarya ırmağının vadisi, güneyde ise ilkçağ kenti Miletos’un önünden denize dökülen Menderes ırmağının vadisiydi. 1261 öncesinde bu sınır, aileleri kendi arazilerini ekip biçen yerli askerlerce ve akritai (uç savunucuları) denen, sınır boylarında konuşlandırılmış sınır koruma birliklerince iyi savunulmaktaydı. Bu birlikler için, İmparator İoannes Vatatzes’in onlara güvendiği ve sürgündeki imparatorluğu iyi korusunlar diye onları ödüllendirdiği eski büyük günlerin anıları hâlâ canlıydı. Bağlılıkları onun soyundan gelenlereydi, tahtı gasp etmiş Mikhael Palailogos’a değil. Çok uzakta, Konstantinopolis’teki hükümetin onlara ücret ödemekte geciktiğinden yakınıyorlardı.”2
İzmit’in doğusunda Türklerle küçük çaplı çarpışmalar yapılırken Konstantinopolis o sıralarda ne durumdaydı acaba?
İmparatorun iki yüzlü tutumu halkı bezdirmeye başladı
“Bizans Anadolusu’nun savunması, devlet merkezinin Nikaia’dan3 Konstantinopolis’e taşınmasını izleyen ekonomik ve toplumsal yapı değişikliğinden de etkilenmişti. 8. Mikhael, önceleri kendisinin tahta çıkmasına yardımcı olan, Nikaia’daki aristokrat ailelerin çıkarlarından yana tutum izlemeyi siyaset açısından uygun saydı. Bitinya bölgesindeki ve Menderes Vadisi’ndeki büyük toprak sahiplerine, keza büyük manastırlara ilişkin vergi bağışıklığı tanındı. Bir kez Konstantinopolis’e yerleştikten sonra Mikhael’in, bunlara askerlik hizmeti açısından ya da kendi mülklerine ilişkin vergi ödenmesi bakımından yükümlülüklerini anımsatmakta duraksama göstermediği doğrudur. Ama yükün en ağırı köylülere ve bağımsızlıklarını elde tutmaya çabalayan küçük mülk sahiplerinin üzerine yıkıldı; bir yandan da, devlet giderlerine katkıda bulunmak üzere ödemek zorunda kaldıkları paranın çoğunun Konstantinopolis ve imparatorluğun Avrupa’daki illerini savunmak için harcanması, bunların içini hiç de güvenlikte olma duygusu yahut devlete bağlılık duygusuyla doldurmadı. Eski Nikaia İmparatorluğu’nun serveti böylece bir azınlığın elinde toplandı ya da Avrupa’ya akıtıldı gitti. Ordusu yok oldu ve savunma düzeni çöktü.”2
Bizans artık o muhteşem günlerini en az yüz yıl geride bırakmış ve batıda Latinlerin işgal ve tehditleriyle başa çıkmaya çalışan, doğudaki Türkmen baskılarını belli belirsiz hisseden, ancak anlaşıldığı kadarıyla Türkler durumu ciddiye bindirinceye kadar durumun vahametini kavramakta geç kalan bir durumdaydı.
Yerli ahalinin Türklerin yanına geçmesi yıkıma giden yolu açtı
‘Çünkü İmparator ‘uluslar’a yaptığı destekleme ödemeleri yüzünden hazineyi tüketmiş ve imparatorluğu iflasa sürüklemişti; açıkları kapatmak için de bu bölgelerin (Paflagonya vb. bölgelerin) halkına ezici vergi yüklemişti. Görünüşe bakılırsa o, halkı yaşam için gerekli şeylerden yoksun bırakmakla kendisine karşı direnme güçlerini zayıflatacağını varsaymıştı, çünkü bu halkın, Laskaris Ailesi’ne ve Patrik Arsenios’a bağlılıkları nedeniyle kendisine karşı başkaldırmaya pek meyyal bulunduğundan korkuyordu. Vergileri artırarak onların derisini yüzme görevini, soysuz sopsuz rezil kişilere verdi… ve hem Paflagonya’nın hem de daha ötelerin ahalisi, kendilerinden istenen nakit para ile ödenecek vergiyi devşiremedikleri için, bu umutsuz çabadan vazgeçti ve birer ikişer Türklerin yanına geçti, çünkü onları imparatordan daha iyi efendi sayıyorlardı. Öte yana geçenler bir iki kişi derken gün geldi sel gibi aktı ve Türkler bu kişileri rehberleri ve yandaşları olarak kullandı, bunların yol göstericiliğiyle, hâlâ imparatora bağlı kalanların mülkleri talan edildi, yakıldı, yıkıldı; bu işi yapanlar önceleri akın yapıp dönmekteydi ama sonra araziyi sahiplenip oralarda yerleşti. Bu işler olup biterken imparator bütün yardım çağrılarına karşı sağır kaldı ve ayağının dibindeki işlere hiç bakmayarak bütün gücünü batıda harcadı.’4 (s.90)
“Nikeforos Gregoras, talancı Türk çetelerin nasıl Bizans sınır kasabalarını bastıklarını ve savunmacı birlikler, ücretlerinin imparatorluk hazinesince ödenmesi geciktiği için görev yerlerini bırakıp gittiğinden bu kasabaların nasıl savunmasız bulduklarını anlatır. ‘Başlangıçta çok önemsizmiş gibi görünen şeyler, sonradan görüldü ki, Romalılar için felaketin kaynağıydı.’ Gerçekten Türkler yalnız Paflagonya’da değil çok daha güneyde de Bizans topraklarına akmaya başladı. Sınır bölgelerinde hemen hemen sürekli çatışmalar çıkıyordu ve anlaşılan, bir de Gregoras’ın ‘felaket işte bununla başladı’ dediği, eni konu bir savaş yapılmıştı. Bu, Bizans ordusunun ezici bir yenilgiye uğramasıyla sonuçlandı. Ordu kötü yönetilmişti ve kendi yurtlarını savunabilecek yerli askerler Bulgarlarla ve Tesalya’daki yahut Epeiros’taki Yunanlarla savaşmak üzere Avrupa’ya geçirildiklerinden, ücretli askerlerden oluşmaktaydı. ‘Böylelikle barbarlar bizim sınır kentlerimizin, kasabalarımızın iç kalelerini işgal edebildi ve fethettikleri toprakları paylaşabildi’.5“
Bizanslı tarihçi N. Gregoras’ı üzen gelişmeler bununla sınırlı kalmadı. Bizans imparatoru çok daha vahim işler yaptı. Bizans Ordusu İmparator Andronikos zamanında yetersiz bulunmaya başladı. Girit’i işgal eden Venediklilerden kaçan sığınmacılar veya Tatarlardan kaçan Alanlarla ucuz paralı askerlerle ordu idare edilmeye çabalandı. Andronikos bu arada donanmayı da tümüyle dağıttı. Çünkü İtalya’dan gelen işgal tehdidinin artık kalktığına inanıyordu. Bir tehdit olursa Cenevizlilerden yardım alabileceğini sanıyordu. Harcamalar o kadar fazlaydı ki ordudan, donanmadan böyle tasarruf edilerek paranın başka amaçlarla harcanabileceği hesaplanıyordu.
Donanma dağıtılınca işsiz kalan tayfalar açlıktan ölmektense İtalyanların ve Türklerin hizmetine girdi. Evet yanlış duymadınız Türklerin hizmetine. Yani tasarruf önemleri hiç de Andronikos’un tahmin ettiği gibi sonuçlanmadı. Türkler 14. yüzyılın (yani 1300’lerin) hemen başlarında Ege kıyılarına ulaştı ve kendi gemilerini yapmaya başladı. O zaman fark edildi ki donanma belki küçültülmeli ama kesinlikle dağıtılmamalıydı. Acilen minik de olsa bir donanma oluşturulmaya çalışıldı ancak bu çok göstermelik bir çabaydı, Gregoras “Bizans Donanmasının dünyaya maskara edildiğini” söylüyordu.
Ekonomik olarak da imparatorluk darmadağın olmuştu. Var olan zenginlik minik bir azınlığın elinde toplanmıştı. Pronoia denilen imparatorca bağışlanmış mülkler kişi ölünce devlete geçerken Mikhael döneminde bu düzen değiştirilerek miras yoluyla çocuklarına bırakılmasının önü açıldı. Topraklar çocuklara geçerken üzerinde çalışan köylüler de mülkün ayrılmaz parçasıymış gibi toprakla birlikte yeni “sahipleri”ne devrolunuyordu.
Paranın değeri ise 1304 yılında bir kez daha düşürülerek 14/24 oranından yarı altın yarı katkı maddesi biçiminde (12/24) belirlendi. Açlıktan kırılan halka bir darbe de bu devalüasyondan geldi. Latinlerin batıdan yönelttiği istila tehditleri, Venedik ve Cenevizlilerin denizde Bizans’ın her şeyiyle ilgilenen iki güç olarak kalması ve bunu sürekli olarak kendi çıkarlarını artırmak için kullanmaları Bizans’ı bunaltıyordu. Bir yandan da doğuda Osmanlılar 1302 yılında yeni bir zafer kazanmıştı ve devletin başkentine yalnızca 80 km. mesafedeydiler.
Osmanlı güçleri sözü edilen yılda İzmit yakınlarında Bizanslıları Bapheus Savaşı’yla yenilgiye uğratmıştı. Bizans’ın aklı bu yenilgiyle başına geldi mi diye soruyorsanız ne yazık ki yanıt hayır olacaktır.
Herkese keyifli günler dilerim.
Fotoğraf: Konstantinopolis, 9 ve 11. yüzyıllar arasında Avrupa’daki en büyük ve en zengin şehirdi.
KAYNAKLAR
1- P. Wittek’ten alıntı, Donald M.Nicol, Bizans’ın Son Yüzyılları, 1261-1453, s.88, Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
2- Donald M. Nicol, Bizans’ın Son Yüzyılları, 1261-1453, s.88-89, Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
3- Dördüncü Haçlı Seferi sırasında Latinlerin 1204 yılında Konstantinopolis’e gelip şehri talan etmesi ve şehirde Katolik Hristiyanlar idaresinde bir Latin İmparatorluğu’nun kurulmasının ardından Bizans İmparatorluğu asilleri tarafından kurulan Yunan devletlerinden en büyüğüdür. 1204 ile 1261 arası hüküm sürmüştür. (https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4% B0znik_%C4%B0mparatorlu%C4%9Fu). Metinde söz edilen başkentin taşınması işte bu olaydan kaynaklanmıştır.
4- Pakhymeres, I, s. 291-293 (CFHB); I, s.221-223 (CSHB). CFHB: Corpus Fontium Historiae Byzantinae. CSHP: Corpus Scriptorum Historiae Byzantinae.
5- Nicol, s. 90.