İnsan üzerinde düşündüğünde fark eder ki, bazen bir söz yalnızca bir bireyin hayatını değil, bir toplumun da kaderini özetler.
Kimi sözler tek bir insanın acısından doğar ama bir halkın ortak hafızasında yankılanır. Bireyin yaşadığı içsel deneyim, toplumun bilinç dışına karıştığında artık kişisel olmaktan çıkar ve kolektif bir anlam taşır.
Bu yüzden bazı cümleler yalnızca söylenmez; kuşaktan kuşağa aktarılır. Geçmişin sesi bugünü, bugünün sesi geleceği birbirine bağlar. “Doğduğum evi onarmaktan, kuracağım evi düşünmeye vaktim kalmadı” diye bir söz var. Bu söz yalnızca bir bireyin değil, bir toplumun da içsel yorgunluğunu anlatır.
Doğduğumuz ev, toplum, coğrafya hem geçmişimizi hem de bizi biçimlendiren değerleri temsil eder. Onu onarmak köklerimizle yüzleşmek, gelenekten gelen yaraları sarmak anlamına gelir. Ancak insan bazen geçmişin tamirine öyle çok enerji harcar ki, geleceğe dair bir şey inşa etmeye fırsat bulamaz. Bu durum, insan için varoluşsal bir sıkışmışlık hâlini ifade eder.
Heidegger’in deyişiyle insan “dünyaya fırlatılmış bir varlıktır”; geçmişiyle yükümlü, geleceğe mecburdur. “Doğduğum evi onarmak” geçmişin sorumluluğunu almak anlamına gelirken, “kuracağım evi düşünememek” geleceği ihmal etmektir. Nietzsche, bu durumu “tarih bilincinin fazlası” olarak açıklar. İnsan geçmişine fazla bağlanırsa, eyleme geçme kudretini yitirir. Oysa yaşamak, hem kökleriyle barışmak hem de yeni bir dünya kuracak cesareti bulmak demektir.
Toplum da öyle değil mi? Herkes bir şeyleri “eski hâline getirme” peşinde. Sanki eskisi iyiydi de biz bozduk. Gelenek, aile, kültür v.b … Herkes kendi evinin duvarlarını onarıyor ama kimse yeni bir evin planını çizmiyor. Bourdieu’nün dediği gibi, içine doğduğumuz ev bizi biçimlendiriyor. Ondan çıktığımızı sansak da hâlâ onun duvarlarıyla konuşuyoruz.
Bazen durup kendime soruyorum: Hâlâ o eski evin içinde mi yaşıyorum? Duygusal olarak duvarları dökülen, penceresinden rüzgâr sızan, çocukluğumun o evi… İçinde yalnızca anılar değil, eksikler, kırgınlıklar ve bitmemiş cümleler var. Jung’un “iç çocuk” dediği o yaralı yanım hâlâ orada ve sessizce beni bekliyor.
Yıllardır o evi onarmaya çalışıyorum; sabırla ama giderek tükenerek. “Doğduğum evi onarmaktan, kuracağım evi düşünmeye vaktim kalmadı” sözü tam da bu hâlimi anlatıyor. Bu sadece bir itiraf değil; bir kuşağın aynası. Biz geçmişin tamircileriyiz. Ebeveynlerimizin suskunluklarını, toplumun yaralarını, tarihin gölgelerini taşırken kendi “gölgemizle” de savaşıyoruz. Jung’un dediği gibi, yüzleşmediğimiz her gölge geleceğimizi yönetmeye devam eder. Belki de her çiviyi çakarken farkına varmadan kendi geleceğimizin kapısını kapatıyoruz. Belki de hepimiz kendi içimizdeki “çocuk evi”ni tamir ediyoruz. Freud’a göre çözülmemiş meseleler kendini tekrar eder. Her onarımda aslında eksik kalan sevgimizi ve görülmeyen yanlarımızı onarmaya çalışırız. Ama geçmişin tamiri bitmez; çünkü ev değil, insan eskiyip durur. Jung’a göre doğduğumuz ev yalnızca hatıraların değil, “kolektif bilinç dışı”nın da mekânıdır. Atalarımızdan devraldığımız görünmez yükleri taşırız; bazen yaralar bize bile ait değildir. Belki de bu yüzden sürekli tamir hâlindeyiz. Çünkü o duvarlarda sadece kendi çatlaklarımız değil, insanın kaderi vardır. Jung’un “bireyleşme” dediği şey, işte bu evden çıkıp kendi evimizi kurma cesaretidir. Fakat çoğu zaman atalarımızın sesi o kadar gürdür ki, kendi sesimizi duyamayız.
Bourdieu’nün habitusu bizi görünmez bir evin duvarları içinde tutarken, Jung’a göre bu duvarları ayakta tutan şey toplumun ortak bilinç dışıdır: ritüeller, mitler, gelenekler… Biz o evden çıktığımızı sansak da hâlâ toplumun ortak ritüeller, mitler ve gelenek hayaletleriyle yaşıyoruz.
Psikolojik olarak hepimiz kendi içimizdeki “çocuk evi”ni tamir ediyoruz. Freud çözülmemiş meselelerin tekrar ettiğini söyler; Jung ise geçmişin tamirini bir zorunluluk değil, bir dönüşüm süreci olarak görür. İnsan eskiden öğrendiğiyle yeniden doğmak için onarır; yalnızca onarmak için değil. İşte insan bunu beceremiyor.
Aslında insanın bu hâli, tarihin de hikâyesidir. Coğrafi keşifler sayesinde Rönesans döneminde Avrupa, karanlık Orta Çağ’dan çıkarken eski Yunan ve Roma’nın düşüncelerini yeniden keşfetti. Bu, geçmişe dönüş değil; geleceğe açılan bir kapıdır. İnsanlık, geçmişi onararak değil, ondan öğrendiklerini yeniden kurarak ilerledi.
Reform hareketleri de böyle başladı: Eski inancı düzeltmek isterken yeni bir düşünce düzeni doğdu. Luther, çürümüş bir yapının artık ayakta duramayacağını görüp yeni bir inanç evi kurdu. Bazen tamir etmeye çalıştığımız şey aslında çoktan yıkılmıştır.
Afrika halkları da uzun yıllar başkalarının kurduğu evlerde yaşadı. Avrupalının sömürgecilik anlayışı onları dillerinden ve kimliklerinden uzaklaştırdı. Aynı şekilde Amerika kıtasındaki yerli halklar da kaybettikleri evlerini, dillerini ve doğayla bağlarını onarmaya çalışıyorlar.
Onlar için geçmişi korumak, geleceği çocuklara emanet etmektir. Kızılderililerin dediği gibi: “Toprağı atalarımızdan miras almadık; çocuklarımızdan ödünç aldık.” Doğa için savaşanlar, dünyanın eski hâline dönmesini değil, yeni ve sürdürülebilir bir yaşamı istiyor. Bazı evler eski hâline dönmemeli; daha iyisi kurulmalıdır.
Dünya eski evini onararak değil, yeni bir ev kurarak ayakta kalacaktır. Artık biliyorum ki; onarmak geçmişe saygı, kurmak ise geleceğe inançtır. Geçmişi onarmak, geleceği kurmanın yerini tutmaz. Doğduğun evi onardıysan, şimdi kendi evini kurmalı; duvarlarında başkalarının hatıraları değil, kendi nefesin yankılansın. İnsan, geçmişiyle barışıp kendi evini kurabildiğinde dünyada gerçekten yaşamaya başlar.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları:
