Yaz aylarının başladığı şu günlerde çocukluğumuz ve gençliğimizde en büyük eğlencemiz yazlık sinemalardı.
Televizyonun henüz olmadığı ya da çok fazla yaygınlaşmadığı yıllardı. Okulların kapanması ile birlikte başlayan ve her semtte en az 5-6 tane olan yazlık sinemalar, yediden yetmişe herkesin gittiği, yaz akşamlarının en güzel sosyalleşme mekanlarıydı.
Kirece boyanmış bembeyaz perdeleri, her sinemanın birbirinden farklı renklerde olan arkalarından birleştirilmiş tahta sandalyeleri, gazoz, sandviç, dondurma vb. satan büfeleri ve her gece arka arkaya oynatılan filmler, o yılları yaşayanların hafızalarında dün gibi yer etmiştir.
Her sinemanın o hafta oynayacak filmlerini tanıtan megafonlu ve film afişleri ile donatılmış araçları, gündüzleri mahalle aralarında dolaşarak semt sakinlerine haber verirdi. Çocuklar yavaş yavaş giden bu araçların arkasında koşar, afişleri okumaya, görmeye çalışırlardı.
Akşam yemeğinden sonra tüm hazırlıklar yapılır hava daha kararmadan sinemanın yolu tutulurdu. Kimi aileler minderini, yiyecek içeceğini, çiğdemini (biz İzmirliler için çekirdek) evden götürür, dönüşte serinleyecek hava için herkes yanına ceket-kazak tarzı hafif bir şeyler alırdı.
Bazen bilet kuyruğuna girilir, kapıda biletleri kontrol eden görevli biletleri biraz ortadan yırtarak geri verirdi. Hemen girişte minder kiralayan görevli ile karşılaşırdınız. Tahta sandalyelerin sert zeminini adeta lüks bir koltuğa çeviren bu minderlerden kiralamak biraz da zenginlik belirtisi idi. Yine film aralarında verilen molalarda gazoz ve sandviç almak başka bir zenginlik göstergesiydi.
Yazlık sinema günlerimizde en çok özendiklerimiz ise hemen sinemaların çevresinde oturan ve tüm filmleri balkonlarından beleş izleyen semt sakinleri olurdu. Tabii bize cazip gelen bu durumun onlar için bir işkence olduğunu sonradan böyle bir evde yaşayan arkadaşımdan öğrendim. Düşünün en az bir hafta boyunca her akşam sürekli yüksek ses, aynı film, aynı replikler, aynı müzikleri dinlemek ve ezberlemek onlar için güzel olabilir. Hele bazı filmlerin çok beğenildiği için haftalarca oynadığı olurdu.
Çocukluğumda yazlık sinemalara dair aklımda en çok kalanlardan biri de; daha sinemaya gitmeden evde pazarlık yapılır, sıkı sıkı tembihlerde bulunulurdu. Gazoz ya da dondurma dışında başka bir şey istemek yoktu.
O yıllar revaçta olan Cincibir, Sensun, Yedi Gün, Uludağ, Elvan gibi markalar aklımda kalmış. Her markanın bazen portakallısını, bazen siyahını, bazen de sadesini denemek ve kapaklarını toplamak ayrı bir zevkti. Tabii her yörenin tanınmış yöresel gazozları da vardı. Dondurma deyince de o yılların tek hazır dondurması Sütsan lezzeti bir başkaydı.
Sandviç almak biraz lükse girerdi, o yüzden akşam yemeğini evde güzel yememiz öğütlenirdi. O yüzden sinemada tüm gece boyuncu büfelerden yayılan o mis gibi sucuk kokusunu hiç unutamam. Gazoz da hemen alınmaz ilk filmin bitmesi beklenirdi. Yukarıdan aşağı hafif eğimli olan bazı sinemalarda o gazoz şişlerini yuvarlamak çocuklar için en büyük eğlencelerden biriydi.
Bir yandan film izleyip çiğdem çıtlatırken, bazen filmin en heyecanlı yerinde film kopar, homurtular, söylenmeler arıza giderilen kadar sürerdi. Eğer arıza uzun sürerse ıslıklamalar, yuhalamalar hatta “makiniiissstt” diye bağıranlar olurdu.
Bazen film aralarında sazıyla bir ses sanatçısı ya da o filmde oynamış bir sanatçı galaya gelir, kısa bir konuşma yapar ya da bir iki parça okur giderdi. O yıllar için bu önemli bir olaydı.
Herkesin mahallesine, evine dönüşü, kucakta taşınan çocuklar, uykulu ve yorgun bedenler ile ritüel tamamlanır ve bir sonraki sinema keyfine kadar gece sonlanırdı. O yılları yaşayıp da bunları özlemeyen var mı bilmiyorum ama gerçekten güzel günlerdi. Belki de sinemaları değil çocukluğumuzdaki o sıradan ve basit yaşamlarımızı, anılarımızı özlüyoruz.
Televizyonların yaygınlaşması ile birlikte önce birer birer yazlık sinemalar kapandı sonra semt sahaları… Ve yerlerine yükseldi beton yığını ucubeler…
Affan Dede’ye para saysak satar mı bize çocukluğumuzu?
Keşke hiç bitmeseydi horoz şekerimiz ve süzülseydi uçurtmalarımız hep göklerde…
Esen kalın…