-Merhaba, merhabaaa… Kahveniz var mı?
– Tabii ki… Kahvede kahve olmaz mı? Buyurun, buyurun…
Ege’nin en batısında, mavinin kucakladığı kumsalda, aralıklarla dizilmiş küçük kafelerden biriydi kadının adımını attığı… İlk gözüne çarpan ise güneşin veda renklerini arka fon yapmış, lacivert dalgalar üzerinde yol alan bir yelkenlinin asılı duran tablosu olmuştu. Başında spor şapkası, gözünde renkli çerçeve gözlükleriyle kafenin sahibi oturması için kadına sandalye hazırlarken fark etti aslında kafenin kapalı olduğunu. Tüm mavi tahta sandalyeler bir köşeye toplanmıştı. Masalar ise diğer köşede üst üste konulmuştu.
-Nasıl olsun kahveniz?
– Sade lütfen…
Mutfakta kahve hazırlanırken kendisi için konulmuş sandalyeye oturarak sadece alabildiğine uzanan maviliklere bakıyordu kadın. Geçen yıl geldiğinde âşık olmuştu bu adaya. Bir yıl sonra ne tesadüf ki aynı gün yine o adadaydı.
Biraz sonra iki kahve fincanı ile mutfaktan döndü adam ve birini kadına sunarken diğerini ise üst üste duran masaların yanına dikkatlice yerleştirdi ve ayakta kaldı. Hem bir yandan sohbete başladılar hem de kahvelerini yudumlamaya…
Adamın boynundaki siyah kolyeden çok sol elinin orta parmağına taktığı kırmızı saç lastiği daha çok dikkat çekiyordu. Sanki eskiden bir şeyleri unutmamak isteyen insanların bileklerine taktıkları ince paket lastiklerini anımsatır gibi tuhaftı. Lakin orası deniz kenarı olunca belki de normaldi…
Gizli limanı merak ediyordu kadın… Fotoğraflarını görmüş, çok beğenmişti… Nasıl gidebilirim diye soracağı sırada anlatmaya başladı bile adam…
-Kumsalın sonuna arabayı bırakmanız gerekiyor çünkü araba yokuşu çıkamaz. Oradan yürüyerek devam edersiniz ama yol terlikle çıkılacak gibi değil, çok zorlanırsınız. Ayrıca denizin içinde deniz kestanesi var ayağınıza batarsa yandınız. Buraya ilk geldiğimde beni kimse uyarmamıştı. Zıpkınla balık avlamaya gittim. Kocaman bir ahtapot gördüm tam çekip çıkaracağım zaman adımımı attığımda kestaneye basınca tüm dikenleri ayağıma battı. Bir hafta acı içinde kıvrandım. Sonra yavaş yavaş normale döndü ayağım. Aman dikkat edin!
-Neyse ki bagajda spor ayakkabılarım var. Toprak yolda onlarla yürürüm… Koya ulaşınca denize girerken mutlaka deniz terliği giyerim. Uyardığınız için çok teşekkür ediyorum size…
Bu arada kahveler içilmişti ve kadın bir an evvel denize ulaşmak hevesiyle ayağa kalktı:
-Kahve için borcum ne kadar?
– Borcunuz yok, ben kahvemi paylaştım sizinle ve o kadar özlemiştim ki sohbet etmeyi asıl ben teşekkür ediyorum size… Keyifli, güzel sohbetiniz için…
– O halde dönüşte yine uğrayacağım. Bir kahve daha içeriz, bu sefer benden olacak ama…
Kadın gizli limana doğru giderken önünden geçtiği kafelere tek tek baktı, hepsi de açıktı, bazılarında birkaç müşteri oturuyordu, bazılarında ise sadece çalışanlar vardı… Oysa bir saat önce bu kumsala geldiğinde tüm bu kafelerin önünden usulca geçerek yolun sonuna kadar gitmiş oradan U dönüşü yaparak tekrar geriye dönmüştü. Yelken kafenin önünde durarak arabasını park edip “Merhaba!” diye seslenmişti. Garip bir his doldu içine… Nasıl da tüm kafeler açıkken tek kapalı olana gidip kahve istemişti? Gülümsedi kendi kendine…
“Gizli liman” denilen yer uzunca bir kumsal sonrası, büyük kayalıkların başladığı yerin hemen ardında; çam ağaçlarını kucaklayan, bol çakıl taşlı, hatta kayalıklarla dolu küçük bir koydu. Her iki yanında volkanik dağların uzantısına, rüzgârla denizin kayaları aşındırmış olması masalımsı güzellik katmıştı. Deniz o kadar berraktı ki… Güneşin ışıltısı çakıl taşlarına vurdukça oluşan zümrüt yeşili ya da akik renkleri gözleri kamaştırıyordu. Dağ keçilerinin sarp kayalıklarda dolaşmalarına martılar eşlik ediyorlardı. Adamın söyledikleri kulaklarında o güzelim Ege’nin mavisine ürkerek bıraktı kendini kadın… Denizin sesini, kokusunu, serinliğini tüm benliğinde hissederek çekti yüreğine…
Dönüşte yine uğradı o kapalı kafeye… Sanki uzun süredir hasretini çektikleri bir özlemle müzik eşliğinde yarenlik ederek geçirdiler zamanı… Üzüm ve incir ikram etti adam. Üstelik inciri elleriyle soydu. Önce bir durakladı kadın sonra soyulmuş o taze inciri alıp ısırdı. “Mmm… Nefis!” sözcükleri dökülürken ağzından, ikinci inciri ikram etti bu kez adam. Lakin “Soymadan ye…“dedi. Yine durakladı kadın bir anda senli hitap gelmişti. Önce soymaya kalktı yarısını soydu hatta… Ama zaten minicik incirdi attı ağzına, ilk kez soymadan kabuklarıyla bir incir yemişti… Müzik çalmaya devam ederken adam değiştirmek için setin yanına gitti ve yabancı dilden birden Türkçe sözler başladı:
“Bugün dağların dumanı aralandı hoş geldin!
Ah ışıklar içinde kaldım, yandım efendim.
Sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgâr.
Tutuşsun gün, yansın geceler, zamanımız dar… “
“Bu şarkıyı biliyorum, severim bu şarkıyı…” derken eskilere gitti kadın. Bir zamanlar sevgilisi de bu parçayı yeni tanıştıklarında cep telefonuna yollamıştı ve ilk kez o zaman dinlemişti. “Erkekler böyle mi yapıyor?” diye genelleme yapamadan edemedi. Şarkı devam ederken gün batımını seyretme telaşıyla ayaklandı birden.
-Kaleköy’e gideceğim… Ada’nın en güzel gün batımının seyredildiği yer…
Oysa aynı güneş orada da enfes güzellikte güne veda ediyordu. Adam sustu.
Borcum ne kadar? Bu sefer kahveler bendendi diye ilave ederek…
Borcunuz yok, dedi yine adam. Belki yeniden uğrarsınız… Hem buradan denize de girebilirsiniz… Gülmeye başladılar…
Ertesi gün kadın erkenden kalktı. Vurgunu olduğu adada gideceği rotalara haritadan bakarken, muhteşem hazırlanmış kahvaltısını etti. Ve yüreğinde heyecanıyla yepyeni güne başladı. Saatlerce, adım adım, hatta neredeyse karış karış sokaklarda dolaştı. Fotoğraflar, videolar çekti. Uğradığı mekânlarda yeni insanlarla tanıştı, sohbetler etti. O kadar mutluydu ki hani sanki kuş yüreği gibi yerinde duramıyordu… Tüm bu keyifli zaman içinde bir şişe de kırmızı şarap aldı. Dün tanıştığı adama hediye etmek geçiyordu aklından… Hem şarap eşliğinde Ege’nin en batısında güne birlikte veda edebilirlerdi. Sanki dün öyle apar topar kaçıp gitmiş gibi hissediyordu bir yanı…
Saatine baktı öğlenden sonrayı geçmişti. Karnı da çok acıkmıştı. Bütün gün sadece kahvaltı ile o kadar çok yeri dolaşmıştı ki… Güzel bir yemek ısmarladı kendine gezdiği-gördüğü güzel yerleri tekrar düşleyerek… Oturduğu masanın tam karşısında hediyelik eşya satan dükkân gözüne çarptı. Ve yemek sonrası oraya uğradı. Hem sohbet etti hem birkaç renkli süs eşyaları seçti ve adaya özel tereyağlı bademli kurabiye ile mis kokulu dibek kahvesini nereden alabileceğini sordu. Mağazadan çıkınca tarif edilen pastaneye doğru yürüdü. Kapısında durdu. Çantasından pandemi nedeniyle maskeyi çıkarırken bir el omzuna dokunarak “Merhaba” dedi. Omzuna dokunulan yerden geriye dönünce gözlerine inanamadı. Karşısında dün tanıştığı o adam… Yine o renkli çerçeve gözlükler gözünde “Bak seni nasıl buldum, derken kadın “İnanamıyorum” diyordu. Birlikte maskelerini takıp pastaneye girdiler vitrinden “dondurmalı baklava” yani “soğuk baklava” seçtiler ve dışarıda masaya yan yana oturdular. İki kahve söylediler. Tatlıları yerken ikisi de koskoca adada nasıl karşılaştıklarına hala şaşırıyorlardı.
Pastaneden çıkınca hayatın göz kamaştırıcı bu tesadüfüyle gizli limana doğru yelken açtılar…
Gün batımının eşsiz renkleri alabildiğine gökyüzünü sarmışken, denizin kıyıya vuran beyaz köpüklü dalga seslerine, “slow” çalan bir müzik karışmakta idi… İki kadeh, bir şişe kırmızı şarap, iki tahta mavi sandalye ve birbirlerini hiç tanımayan bu kadın ve bu adam Ege’nin orta yerinde, Gökçeada’da hayallerini paylaşmaya başlamışlardı bile…
…..
Şarap şişesinin dibi ile günün kızıllığının bütünleştiği zaman diliminde;
–Kızımı kaybettim dedi adam. Kan kanserine yakalandı.
Kadın donakaldı… Sanki birden boyut değişti… Ege’nin mavisi siyaha dönüşüp bir bıçak gibi yüreğinin derinlerine saplandı aniden… Nefesini tuttu! Ne denir? Ne yapılır? Nasıl davranılır böyle acı ötesine?
Sol elini uzattı kadına doğru adam… Orta parmağındaki kırmızı lastik yine çok dikkat çekti bir an… “Kemoterapi sonrası saçları dökülünce peruk almıştık kızıma… İşte bu lastikle saçlarını toplardı.”
Yaşlar süzüldü usulca… Derin sessizlik kapladı kumsalı…
(Devam edecek)