‘’Kimsenin haberi olmadan kitabını ve Sultanahmet Camisi’nin fotoğrafını tabutunun içine koydum. Onun için değerli olan bu iki şey hep yanında olacaktı’’
Başarılı dil bilim araştırmaları ve bilimsel tespitleri ile tanınan, Türk edebiyatından 37 eseri Arnavutçaya çevirmiş olan akademisyen, Albanolog-Türkolog Prof. Lindita Xhanari Latifi, ninesinin buruk yaşam öyküsünü kaleme almış.
Aşağıda anlatım tarzına sadık kalarak, özetlemeye çalıştığım ‘’Ninemin Gözleri’’ Türk Dil Kurumu tarafından da yayınlanmış olan hazin bir hikâye.
Ninem
Az konuşan, sessiz, okyanus gibi derin mavi gözlü İstanbul kızı Adviye Hanım, Osmanlı tebaasından Debreli bir genç ile evlenir. İstanbul’dan baba topraklarını ziyarete geldikleri sırada Arnavutluk’ta rejim değişir.
40 yıldan fazla süren baskıcı Enver Hoca yönetimi ülke sınırlarını dünyaya kapatır, pasaportları ellerinden alınan genç çift bir daha Türkiye’ye, evlerine dönemez.
Hasret
Ninesi, vatanı ve diline duyduğu hasretini, sadece kendisine anlatabildiği bir ülkede yaşamak zorunda kalmıştı. Denilebilir ki bu hasreti, çoğu zaman kendisine bile gizlice anlatırdı.
Hayatım boyunca ninemin gözleri beni takip etti. Küçükken onların anlamını kavrayamıyordum. Geleceğe dair işaretler taşıdıklarını büyüdüğümde anlayacaktım.
Adriyatik kıyılarına indiğimiz zamanlarda gözleri parlaklığını yitirir, uzaklarda kaybolur giderdi. Bazen öyle bir sulanırdı ki gözleri, ağlamaya başlarsa kimse durduramaz diye düşünürdüm.
Kimsenin fark edemeyeceği bir gülümseme eşlik ederdi o dolan gözlerine. Sanki biriyle konuşuyor gibi olurdu. Belki kendi kendine, belki İstanbul’daki yakınlarıyla, belki kaderiyle konuşurdu.
Torun
Küçük Lindita henüz dört-beş yaşlarındaydı, Ninesinin sırdaşıydı.
Aynı odayı paylaştığı ninesinin anlamadığı bir dilde İstanbul’u ve yakınlarını anlatışını saatlerce sabırla dinlerdi.
Bazı günler ninesi, sakladığı çok değerli iki şeyi çıkarır Lindita’ya bunların hikâyelerini anlatırdı. Bunlar, altın varaklı küçük bir kitap (Kur’an-ı Kerim olduğunu yıllar sonra anlayacaktı) ve Sultanahmet Camisi’nin kartpostalı. Bir kontrol sırasında Türk pasaportlarına el konulup, yakıldığı gün sadece bu iki hatırayı saklayabilmişti ninesi.
Acı tatlı hatıralarını, geçmişini o zamanlar anlamadığım dilde (Türkçe) anlatırdı.
Lindita, ninesinin bunu muhtemelen çocuklar söylenenleri anlamasın, çevreye ağızlarından bir şey kaçırmasın, rejimden aileye bir zarar gelmesin diye yaptığını tahmin ediyordu.
“Bosfor, Boğaz, cami, mavi, masmavi…” gibi kelimeleri sıkça duyardı, anlamını sorduğunda, ninesi saçlarını okşar, “Gözlerimin içine bak, onları orada bulacaksın” derdi.
Şarkı
Lindita, ninesinden sözlerini anlamadığı bir şarkı öğrenmişti. Bu şarkıyı söylediklerinde nine ciddileşir, ayağa kalkıp, düzgün durmasını isterdi.
Yıllar sonra.. ‘’İlk defa İstanbul’a geldiğimde bir mayıs günüydü, Beşiktaş’ta dolaşırken ninemin şarkısını duydum. Nefesim durdu… Kulaklarımda sanki onun güzel sesi çınlıyordu… Ayaklarım tutmaz oldu ve şarkının geldiği okulun demir parmaklarına zor varabildim.
Aman Allah’ım! Harika bir şeydi. Küçük öğrenciler ve o şarkı.
Okulun bahçesine girip bütün gücümle söylemeye başladım. Bahçede bulunan öğretmenler kim bilir ne kadar şaşırmıştı!
O an benden çıkan ses ninemin de sesiydi. Orada anladım Türk İstiklal Marşı’nı söylüyor olduğumu’’
Yasaklı bayramlar
“… Nineme çok şaşırır hatta onu kıskanırdım, çünkü onun doğum günü çok çabuk yaklaşıyordu. Ninem yılda birkaç defa doğum gününü kutlardı. O günler onun için en güzel günlerdi. Hasta olsa bile ayağa kalkar, bir kelebeğe dönüşürdü. Yaşadığımız rejimde maddi durumumuz kötü olsa bile, ninem azar azar şeker, un gibi şeyleri biriktirir ve onun kutsal günlerinde bize en güzel yemekler ve tatlılardan pişirirdi. Yaptığını komşularımıza da dağıtırdı.
Onun doğum günü olmasına rağmen o hepimize küçük hediyeler hazırlardı. Bir gün bütün cesaretimi toplayıp sormaya karar verdim. İnsanlar hayata bir defa gelirdi, o ise neden doğum gününü yılda birkaç defa kutluyordu?”
Enver Hoca döneminde dünyaya kapanan Arnavutluk’ta tüm dinler, dini simgeler, ibadethaneler ve din çağrışımlı isimler yasaklanmıştı. Anayasasında ateist devlet olduğu yazan tek ülkeydi.
Lindita, ninesinin mahallede adeta gizli bir şölene dönüşen yaş günü kutlamalarının, aslında yasaklı ‘’Şeker ve Kurban bayramları’’ olduğunu da yıllar sonra anlayacaktı.
Veda
Ninesinin hastalığı ağırlaştığında dokuz yaşındadır.
“Odasına girmeme izin vermiyorlardı ama ben küçük bir tabure alıp onun odasının penceresinin önünde oturur ve derslerimi yaparken birbirimize bakar, gülümser, birbirimize elle öpücükler gönderirdik.”
Ninesinin son gününde artık konuşamadığını, el kol hareketi ile kendisinden bir şey istediğini gören Lindita, kutsal emanet gibi sakladıkları küçük kitabı ve cami fotoğrafını ninesine getirir.
“Son defa bu dünyada birbirimize sevgiyle gülümsedik. Gözleri sulandı ve kapatıncaya dek bana bakıp durdu.
Kimsenin haberi olmadan kitabını ve Sultanahmet Camisi’nin fotoğrafını tabutunun içine koydum. Böylece onun için değerli olan bu iki şey hep yanında olacaktı…’’
İstanbul
İstanbul’a, İstanbul maviliğine hasret içinde vefat eden ninesinin mavi gözleri yıllar sonra 1992 yılında İstanbul’a ilk gittiğinde Lindita’yı Boğaz kıyılarında yakalar.
“O günden bu yana tam elli altı defa gittim İstanbul’a ve elli altı defa onun gözlerini buldum. Eskiden olduğu gibi beni takip ettiklerini ve okşadıklarını hissediyorum.”
İstanbul’a her gidişinde ninesinin gözleriyle baş başa kalmak için fırsat kollayan Lindita Hanım, Boğaz’da bir çay bahçesinde oturur, biri kendisi, diğeri onun için iki çay söyler.
“Birini içiyorum, diğerini ninemin gözleri ve ruhu için Boğaz’a döküyorum…”