İnsan var olduğu ilk günden beri bilmek ister. Bu istek, insanın doğasında var olan bir dürtüdür; insanlık tarihinin her aşamasında, çevresini anlamaya, kendini tanımaya ve evrenin sırlarını çözmeye yönelik bir arayış içinde olmuştur.
Bilmek, insanın hayatta kalma içgüdüsüyle doğrudan bağlantılıdır. İlk başlarda, doğal çevresindeki tehlikeleri anlamak ve hayatta kalmak için bilgi edinmek zorundaydı.
Bilgiye duyulan bu ihtiyaç, insanın daha geniş anlamlar arayışının, kimlik ve varlık sorgulamalarının temelini oluşturur. Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi, hayatın amacını anlamak gibi sorular, her dönem insanın zihninde var olmuştur. Ancak bu arayışın temelinde, aslında insanın bilinmeyeni keşfetme, kontrol etme ve en nihayetinde evrenle uyum içinde bir yer edinme çabası yatmaktadır.
İnsan sadece bilmek için değil, anlamak için de bilgiye ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç, bilimsel ve felsefi düşüncenin temelini oluşturmuş ve insanlık, bilinmeyenin sınırlarını zorlayarak bilgiye ulaşmıştır. Bir şeyi bilmediğini kabul etmek, eksikliğin farkına varmak ve öğrenmeye açık olmak, bilgelik yolunun başlangıcıdır. Bilmediğini bilen kişi, eksikliğini fark ettiği için daha kolay öğrenir ve gelişir.
Ancak daha tehlikeli bir durum var ki, insanın bir şeyi bilmediğini bilmemesidir. Bu durumda kişi, bilgi eksikliğinin farkında olmadığı için gelişime kapalı hale gelir. Kendi bilgisini sorgulamadan, mevcut durumunu yeterli görür ve öğrenmeye açık olmaz. Bu durum, insanın kendini geliştirme fırsatlarını göz ardı etmesine ve dar bir perspektiften dünyaya bakmasına yol açar. Bilgiyi sorgulamak ve eksiklikleri kabul etmek, gerçek gelişimin ve olgunlaşmanın temelidir. Gerçek bilgiye ulaşmanın ilk adımı, bilmediğimizi kabul etmektir. Çünkü en büyük engel, cehaleti bilgelik sanmaktır. Bilmediğini bilen kişi, öğrenmeye açıktır ve eksikliklerini gidermek için çaba sarf eder. Oysa bilmediğini bilmeyen kişi, yanlışlarını kabul etmeyebilir ve hatasında ısrar edebilir. Bilgiye giden yol, sorgulamak, şüphe duymak ve öğrenmeye açık olmaktan geçer.
İnsanın bilgisi sürekli gelişen ve dönüşen bir yapıya sahiptir. Kendimizi hangi bilme hâlinde gördüğümüz, düşünsel gelişimimizi ve hayata bakış açımızı belirler. Gerçek bilgelik, öğrenmeye devam etmek ve bilginin sınırlarını kabullenmekten geçer. Bu yüzden, bilgiye ulaşmanın yolu, neyi bilmediğimizi ve ne kadar eksik olduğumuzu fark etmekle başlar.
Bilginin sessizlikle, derin düşünmeyle ve sürekli sorgulama ile olgunlaştığını anlamalıyız. Bu, özellikle günümüzün bilgi patlaması yaşayan dünyasında son derece önemlidir. Hızla yayılan yanlış bilgilerin, yüzeysel paylaşımların ve hızlıca yargılamaların hüküm sürdüğü bir dönemde, gerçek bilgelik sessizliğe bürünür. Gerçekten bilgili insanlar, çoğu zaman, neyi bilmediklerini ve bu bilmediklerini keşfetmek için nasıl bir yol izlemeleri gerektiğini daha fazla düşünürler. Bu, bir tevazu ve olgunlaşma sürecidir.
Günümüz koşullarında bilgiyi içselleştiren insanlar, ne kadar az şey bildiklerini kavrayarak kendilerini sürekli geliştirme yolunda adım atarlar. Gösteriş yapmak, her konuda konuşmak veya her soruya yanıt vermek, derin bilgiye sahip olmanın bir göstergesi değildir.
Öte yandan, bir konu hakkında derin bilgisi olmayan kişiler, kendilerini kanıtlamak adına sürekli konuşma eğiliminde olurlar. Sosyal medyada, tartışma programlarında veya günlük hayatta bu tip insanlara sıkça rastlarız. Yüzeysel bilgiyle büyük iddialarda bulunanlar, aslında daha çok görünme ve kabul edilme çabası içindedir. Oysa gerçek bilgelik, gösteriş yapmaktan uzak, dingin bir şekilde kendini gösterir.
Sessizlik, boşluk değil; bilginin olgunlaşma alanıdır. Gerçek bilgelik, bağırarak değil, anlamaya çalışarak, dinleyerek ve gerektiğinde susarak kendini gösterir.
Bilgiye giden yol, ne kadar bildiğimizi sorgulamakla başlar. “Hiçbir şey bilmeyip, hiçbir şey bilmediğini bilen; hiçbir şey bilmediğini bilmeyenden daha fazla bilir” sözü, gerçek bilginin sadece öğrenmekten değil, cehaletin farkına varmaktan geçtiğini gösterir.
İnsan zihni, öğrendikçe genişler ve aslında bilmediği çok şey olduğunu fark eder. Bu yüzden, gerçekten bilgili insanlar, ne kadar az şey bildiklerinin bilincindedir. Antik Yunan filozofu Sokrates’in “Tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir” sözü de aynı gerçeği vurgular. Çünkü insan, bilmediğini kabul ettiğinde öğrenmeye açık hale gelir, sorgulamaya başlar ve gelişime yönelir.
Öte yandan, hiçbir şey bilmediğini bilmeyen biri, kendini yeterli sanır ve öğrenme ihtiyacı duymaz. Günümüzde de bu durumu sıkça görürüz: Yüzeysel bilgiye sahip insanlar, konular hakkında kesin yargılarda bulunur, tartışmalarda esneklik göstermez. Oysa derin bilgiye sahip olanlar, öğrendikçe yeni soruların doğduğunu görür ve hiçbir zaman “tamam, artık her şeyi biliyorum” noktasına varmazlar.
Bilginin gerçek doğası, öğrenmeye açıklık ve sorgulama yeteneğidir. Bir insanın bilmediğini kabul etmesi, onun gelişim kapılarını açar. Asıl cehalet, bilmediğini fark edememekte yatar. Bu yüzden, bilmediğini bilen biri, bilmediğini bilmeyen birinden her zaman daha bilge olacaktır. Cehalet, her şeyi bildiğini sanmaktır; bilgelik ise her zaman öğrenecek bir şeyin olduğunu bilmektir.
Görsel: commons.wikimedia.org