Ben küçükken çok üzülürdüm; göllerde, barajlarda yakalanan ya da pazar tezgâhında sessizce can veren balıklara. Sudan çıkınca ölüyorlar diye. Ne bileyim… Çocuksu duygular işte. Ama belki de en saf hakikat, çocuğun kalbinden geçendir.
O zamanlar bilmiyordum; meğer dünyanın dörtte üçü suymuş. Demek ki biz onların değil, onlar bizim dünyamızda değildi biz onların mavilikle örülü, akışkan, kadim dünyasında yürümeye çalışan garip misafirlerdik. Yine de kendimi merkezde sanıyordum. Karaya basan ayaklarımı hakikat sanıyor, toprağı esas alıyordum. Suyu ise çoğu zaman bir tehdit, bir engel ya da sadece bir manzara gibi görüyordum.
Oysa su, ilk evimizdi. Annemin rahmindeki su gibi, varlığın ilk sesi, ilk sığınağıydı.
İnsanlık tarihi boyunca su, hem yaşamın kaynağı hem de büyük yıkımların sembolü olmuştur. Mitolojilerde tufan anlatıları, insanın doğayla olan dengesiz ilişkisini sembolize ederken, bilimsel veriler bugün gerçek bir ekolojik tufanın eşiğinde olduğumuzu göstermektedir.
Antik Yunan filozofu Thales’in “Her şey sudur” önermesi, yalnızca maddesel değil, varoluşsal bir yoruma da açıktır. Modern biyoloji de bu görüşü doğrular niteliktedir: İnsan bedeninin yaklaşık %60’ı sudan oluşur; dünya yüzeyinin ise %71’i sularla kaplıdır. İlk canlı formlar, yaklaşık 3.5 milyar yıl önce okyanuslarda ortaya çıkmıştır. Evrimsel biyolojiye göre, yaşamın karaya geçişi ise 375 milyon yıl önce balıksı atalarla gerçekleşmiştir. Yani karasal varlıklar, aslında suyun çocuklarıdır.
Bu gerçeklik, insanın yeryüzündeki merkezi konumunu sorgulatır. İnsan kendini toprağın hâkimi olarak görürken, aslında balıklar gibi suya ait bir geçmişin ürünüdür. Thales’in sezgisel felsefesiyle benim çocuklukta duyduğum saf merhamet arasında beklenmedik bir bağ vardır: Sudan çıkan her şey, köklerinden uzaklaşmanın sancısını taşır. Demek ki ben o sancıyı taşıyorum…
Mezopotamya’dan İbrani, Yunan, Afrika ve Hindu mitolojilerine kadar birçok kültürde tufan anlatıları ve su tanrıları önemli yer tutar. Nammu, Tiamat ve Enki gibi Mezopotamya’nın su tanrıları tufanla bağlantılıdır; Utnapiştim ve Ziusudra tufandan sağ kalan kahramanlardır. İbrani, Hristiyan geleneğinde Tanrı (Yahve) insanlığın günahları yüzünden tufanı başlatır, Nuh ve ailesini kurtarır. İslam’da Nuh Tufanı, Kur’an’da önemli bir yer tutar ve ahlaksızlık içinde olan insanları uyarmak için Nuh Peygamber’e gönderilen büyük bir felaket olarak anlatılır. Yunan mitolojisinde Zeus tufanı gönderirken, Deukalion ve Pyrrha yeni insan ırkının atalarıdır. Batı Afrika’nın özellikle Nijerya, Benin ve Togo bölgelerinde yaşayan Yoruba halkının mitolojisinde Olokun denizlerin gücünü temsil ederken, Hindu mitolojisinde Matsya, Vişnu’nun balık avatarı olarak tufan sırasında insanlığı ve bilgeliği korur. Bu on iki tane dünyada farklı coğrafyalarda ifade edilen bu tufanlarda, evrensel figürler, suyun hem yıkıcı hem yaşatıcı doğasını simgeler. Ama untmayalım ki !Bütün ifade edilen bu tufanlarda şanslı olanlar balıklardı…
Mitolojik tufan anlatıları Nuh’un Gemisi, Ziusudra’nın duası, Utnapiştim’in ölümsüzlüğü ya da Deukalion’un taşları ortak bir temayı işler: İnsanın sınanması. Bu anlatılarda dikkat çekici bir eksiklik vardır: Balıklar yoktur. Çünkü tufan, kara canlıları için felakettir; su canlıları içinse genişleyen bir dünyadır.
Bu anlatılar yalnızca dini ya da sembolik değildir; sosyolog Mircea Eliade’ye göre, tufanlar aynı zamanda medeniyetlerin yeniden doğuş mitidir. Ancak bu yeniden doğuş, hep insan merkezlidir. Oysa balıklar, doğaya uyumları sayesinde hiçbir zaman yıkılmazlar. Onlar değişimi karşılamaz; değişimle birlikte balıklar da akar.
Bugün küresel ısınmanın etkisiyle Grönland ve Antarktika’daki buzullar hızla erimektedir. NASA ve IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) verilerine göre, 2100 yılına kadar deniz seviyeleri 1 metreye kadar yükselebilir. Bu artış, başta Bangladeş, Maldivler ve Hollanda gibi alçak kıyı ülkeleri olmak üzere milyarlarca insanı etkileyecektir.
Tüm bu bilimsel uyarılara rağmen, insanlık hâlâ karasal bakış açısından düşünmeye devam etmektedir. Okyanuslar, yalnızca uzak bir manzara ya da bir tehdit olarak görülmektedir. Oysa okyanuslar atmosferdeki karbondioksitin %30’unu emiyor. İklimin düzenlenmesinde kritik rol oynayan ve dünyadaki oksijenin %50’sini üreten planktonlara ev sahipliği yapar. Başka bir deyişle, su bizi hâlâ ana rahmimizdeki gibi bizi yaşatmaktadır. Biz onun varlığını görmezden gelsek bile…
Balıklar hayatta kalmak için göç eder, yön değiştirir, derinliğe iner. Onlar doğaya karşı değil, doğayla birlikte hareket eder. İnsan ise betonlaşır, doğayı dönüştürmeye çalışır ve en sonunda kendi dönüşümünü unutur. Ekolojist Aldo Leopold’un deyimiyle, “İnsan, doğanın bir parçası olduğunu unuttuğu anda doğa ona karşı sessizce savaş açar.” Belki de suların yükselmesi, doğanın intikamı değil, bir hatırlatmasıdır. Bize ait olmayan bir alanı işgal etmenin sonuçlarını yaşatmaktadır.
Tufanlar artık mitolojik değil, böyle giderse bilimsel bir gerçeklik olacağı aşikardır. Ama insanlık hâlâ balık gibi düşünememektedir. Hâlâ her felakette kendisini merkeze koymakta, hâlâ doğanın bir parçası değilmiş gibi yaşamaktadır. Oysa belki de çözüm, daha sessiz, daha derin ve daha uyumlu bir yaşama yönelmektedir.
Çünkü son büyük tufan geldiğinde, en çok bilgiye sahip olan değil, en çok uyum sağlayan hayatta kalacaktır tıpkı Darwin’in söylediği gibi. Belki de o zaman, çocukken acıdığım balıkların ataları , sessiz bir bilgelikle bizi izliyor olacak. Doğa, bilginin değil, yaşamın ritmine kulak verenlerin dans ettiği sonsuz bir sahnedir; en derin uyum, gerçek varoluşun kapısını aralar.
Fotoğraf: odessa-journal.com
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: