“Sosyal görünmezlik”, çağdaş Avrupa’nın göçmenlerle kurduğu ilişkinin en keskin ifadesi olabilir.
Her gün metroda yan yana durduğumuz, markette sırada bekleyen, hastane koridorlarında temizlik yapan ya da yaşlı bakım evlerinde gece nöbetine kalan binlerce insan… Hepsi gözümüzün önünde ama gündemimizin dışında. Onlar Avrupa’nın görünmeyen dişlileridir; sistem onlarla işler, fakat onların varlığı sistemi huzursuz eder.
Bu çelişkinin adı, sosyal görünmezliktir.
Ancak bu görünmezlik sadece fiziki bir yoksunluk değil; kamusal alanda, siyasal temsilde ve kültürel bellekte sistemli bir dışlanmadır. Göçmenler, Avrupa’nın hem içindedir hem dışında; bu topraklarda yaşarlar ama bu toprakların hayaline dâhil edilemezler. Onlar için yurttaşlık yalnızca bir yasal statü değil, aynı zamanda ulaşılması neredeyse imkânsız bir aidiyet biçimidir. Modern Avrupa, göçmeni tanır ama kabul etmez; kullanır ama temsil etmez; sömürür ama anlatmaz.
Bu kitlesel görünmezlik hâli, artık yeni bir alt sınıfı tanımlamaktadır. Emeğiyle var olan ama adıyla yok sayılan bu sınıf, Avrupa toplumunun ekonomik ve siyasal çelişkilerini en çıplak hâliyle sergiler.
Peki mesele şudur:
Avrupa bu insanları neden aldı?
Onlarla ne yapacağını gerçekten biliyor mu?
Ve en temel soru: Neden onları görünmez tutmak zorunda hissediyor?
Görünmek Ne Demek?
Modern toplumda görünür olmak, yalnızca ortalıkta bulunmakla sınırlı değildir. Bir anlatıya dâhil edilmek, toplumsal bellekte yer edinmek ve özne olarak tanınmak anlamına gelir. Hannah Arendt’in ifadesiyle, kamusal alanda eyleme katılma hakkı, görünürlükle başlar. Ancak bu hak, herkes için eşit derecede erişilebilir değildir.
Göçmenler söz konusu olduğunda görünürlük, çoğu zaman bir hak değil, ayrıcalıktır. Avrupa’nın kamusal alanı, kimlerin konuşabileceğini, kimlerin görünür kalabileceğini ve kimlerin yalnızca çalışıp kaybolması gerektiğini önceden belirlemiştir.
Tam da bu noktada “sosyal görünmezlik” kavramı devreye girer. Göçmenler, Avrupa’nın altyapısını ayakta tutan kilit bir kitledir; ancak ne medya temsilinde, ne siyasal gündemde, ne de kültürel üretim alanlarında özne olarak yer alabilirler. Onlar hakkında konuşulur ama kendileri konuşmaz. Görülürler ama tanınmazlar.
Avrupa’nın “modern birey” tahayyülü -beyaz, seküler, eğitimli, dil bilen- bir yurttaş figürüne dayanır. Göçmen ise bu profile uymaz: tarihi, dili, inancı ve görünüşü başkadır. Dolayısıyla sistem onu “eksik yurttaş” olarak kodlar. Hatta onu kalıcı biçimde geçici kılar. Vardır ama hep beklemededir; içeridedir ama her zaman sınırda durur.
Bu görünmezlik hâli, sadece edilgen bir durum değil; aktif bir siyasal stratejidir. Göçmenleri görünmez kılmak, onların hak taleplerini bastırmak, sınıfsal konumlarını sabitlemek ve sistemin devamlılığını sağlamak için kullanılan bir araçtır. Dolayısıyla sosyal görünmezlik, yalnızca kültürel değil, aynı zamanda sınıfsal bir baskı biçimidir.
Avrupa Neden Göçü Kabul Etti?
Avrupa’nın göçmen kabulü, ne yalnızca insani bir duyarlılığın ne de salt ekonomik zorunlulukların sonucudur. “İnsani yardım” ya da “çok kültürlülük” gibi kavramlarla meşrulaştırılan bu süreç, aslında kapitalist üretim modelinin yapısal bir ihtiyacıdır. Avrupa yaşlanan nüfusuna rağmen refah devletini sürdürmek, üretimden çok yönetişime odaklanmak ve emek süreçlerini dışsallaştırmak istiyordu. Bu nedenle göçmen emeği, Batı kapitalizminin vazgeçilmez bir bileşenine dönüştü.
Ancak bu emek yalnızca ucuza çalıştırılmakla kalmadı; aynı zamanda haklarından da arındırıldı. Geçici oturma izinleri, vatansızlık durumları, vatandaşlığa geçişin önündeki idari duvarlar… Avrupa, göçmeni sistemine ekledi ama onun yurttaşlıkla bütünleşmesine asla tam anlamıyla izin vermedi.
Üstelik bu göçmenlerin büyük çoğunluğu, Avrupa’nın geçmişte sömürgeci ilişkiler kurduğu coğrafyalardan geldi. Bu tarihsel bağ, Avrupa’nın sorumluluğunu artırması gerekirken, tam tersine görmezden gelindi. Sömürgecilik döneminde el konulan kaynakların, şimdi “yük” olarak tanımlanan insanlarla birlikte yeniden Avrupa’ya döndüğü bu süreç, Batı’nın yüzleşmekten kaçtığı bir çelişkidir.
Böylece göçmen “mevcut ama dışarıda”, “görünür ama tanınmaz” bir toplumsal pozisyona itildi. Bu da sosyal görünmezliğin maddi zeminini hazırladı.
Göçmenlik: Kalıcı Geçicilik Biçiminde Sınıf
Bugün göçmenlik yalnızca bir “statü” değil; başlı başına bir sınıfsal kimlik biçimidir. Bu kimliğin temel özelliği, sistem tarafından geçici kılınan bir kalıcılıktır. Göçmenler artık Avrupa toplumunun ayrılmaz parçasıdır. Ancak siyasal statüleri, haklara erişimleri ve yurttaşlık bağları sürekli ertelenmektedir. Bu “henüzlük” hâli, kapitalist sistemin tercih ettiği bir yapıdır: çünkü belirsizlik, pazarlık gücünü ve örgütlenme ihtimalini zayıflatır.
Göçmen, hukuki olarak güvencesiz, ekonomik olarak bağımlı, mekânsal olarak çevreye itilmiş ve kültürel olarak merkezin dışında tutulmuş durumdadır. Oturma izni ile iş ilişkisi, sabıka kaydı ile vatandaşlık başvurusu arasındaki bağ, bireyin tüm yaşamını kontrol eder.
Bu sınıfın çocukları çoğu zaman düşük kaliteli okullara gider; kültürel üretim alanlarının dışında kalırlar. İşte bu nedenle kalıcı geçicilik, görünmezliğin kurumsal biçimidir. Avrupa göçmeni görünmezleştirerek hem sınıfsal konumunu sabitliyor hem de politik potansiyelini bastırıyor.
Yeni Alt Sınıf ve Politik Mülksüzlük
Artık Avrupa’da alt sınıf, yalnızca gelir seviyesiyle değil, görünürlükle tanımlanıyor. Yeni alt sınıf, sistemin ekonomik olarak ihtiyaç duyduğu ama siyasal ve kültürel olarak dışladığı kesimdir. Bu sınıfın üyeleri çalışır, üretir, yaşar ama hikâyeleri anlatılmaz, deneyimleri tanınmaz.
Buradaki sosyal görünmezlik, sadece semptom değil, doğrudan sınıfsal konumdur. Göçmenler yalnızca düşük gelirli değil; aynı zamanda anlatı dışıdır. Medyada, akademide, siyasette onlar adına konuşanlar vardır, ama kendi sesleri bastırılmıştır.
Bu yeni alt sınıfın temel özelliği politik mülksüzlüktür. Ne sendikalarda ne partilerde ne üniversitelerde temsil edilirler. Konuşamazlar; çünkü görünmezdirler. Görünmezdirler; çünkü tanınmazlar. Tanınmazlar; çünkü insan yerine konulmazlar.
Uygarlığın Kalbinde Sınırın Kendisi Olmak
Avrupa, kendini yüz yıllardır “uygarlığın merkezi” olarak tanımlar. Bugün bu merkeze doğru yürüyen göçmenler, bu iddianın gerçek sınavıdır ve Avrupa bu sınavı geçememektedir.
Göçmen artık sınırı geçen değil; sınırın kendisine dönüşen bir figürdür. Çalışır ama temsil edilmez. Vardır ama zamanı tanımsızdır. Bu sınır artık coğrafi değil; kültürel, bedensel ve zamansal bir sınırdır.
Avrupa, bu sınıfı görünmez kılarak sistemin konforunu koruyor. Ancak sürdürülebilir olmayan bir çelişki yaratıyor: çünkü görünmeyenler, er ya da geç kendi anlatılarını kurar.
Asıl soru şudur:
Avrupa, göçmenlere yalnızca entegrasyon programları mı sunacak?
Yoksa onları gerçek anlamda görünür ve tanınır kılacak mı?
Geleceği kimin temsil edeceğine dair mücadele, görünürlük hakkı etrafında dönecek.
Fotoğraf: Fransa’daki göçmenlerin protesto yürüyüşü. Sputnik
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: