1970’li yıllar, Türkiye’de köylerden büyük şehirlere göçlerin başladığı dönemlerdir.
II. Dünya Savaşı sonrası yeni kurulan düzende Türkiye için “tarıma dayalı kalkınma” modeline karar verilmişti. Ancak, Türkiye’de tarımsal araziler büyük ölçekli değildi. Arazisi biraz büyük olanlar da geniş aile yapıları nedeniyle miras yüzünden bölünerek küçülmüş ve tarımdaki verimliliğini kaybetmişti.
Köylerde tarım ürünlerinin para etmemesinin yanı sıra, gelişen teknoloji ile pulluk ve sapan yerini traktöre bırakmış, eskiden birçok insanın yaptığı işleri artık tek bir makine ile yapılabiliyor olması nedeniyle köylü işsiz kalmıştı.
1970’lerde Türkiye kendine yeni bir yol çizip sanayileşerek kalkınma projesine yönelmiş, devletin verdiği teşvikler ile büyük şehirlerde peş peşe fabrikalar açılmaya başlamıştı.
Sanayileşme; işçi ihtiyacı demektir. Tek başına fabrikalar açmak yeterli değildi, oralarda çalışacak insanların da bulunması gerekmekteydi. Şehirlerde “işçi aranıyor” haberini duyan köylü, tarlasını, hayvanını, çiftini satıp büyük kentlere çalışmaya gitti. İstanbul, İzmir, Bursa, Kocaeli bu göçlerden en çok nasibini alan şehirler oldu.
Köyden kente gelenlerin iş bulup çalışması, geçim meselesini çözüyordu ancak bazı sosyal sorunları da beraberinde getiriyordu. Kırsaldan gelenler, kentliler tarafından hemen benimsenip kendi aralarına kabul edilmediler; onlar da “varoş” diye tabir edilen kenar mahallelerde, genellikle devlet arazileri üzerine kurdukları kaçak yapılar ile “gecekondulaştılar.” Devlet, önce işçi ihtiyacının karşılanması hatırına bu kanunsuz arazi işgallerine ses çıkarmadı; daha sonraları da bu insanların birer oy deposu olduğunu görünce talan edilen hazine arazilerinin yasallaşmasına yardımcı oldu.
Yerleşme sorunları çözülmüş olsa bile sosyal hayatta sisteme dahil olamayan bu insanlar, ne kentli olabildiler ne de köylerine geri dönebildiler, adeta arafta kaldılar.
Sadece kendileri değil, dinledikleri müzikler de “araf’ta” kaldıklarını gösteriyordu: “Yazıklar olsun,” “Bana kaderim bir oyunu mu bu,” “Neden saçların beyazlamış arkadaş?”
Bu yeni müzik türü, ne köylülerin dinlediği türkülere ne de kentlilerin dinlediği şarkılara benziyordu; içinde koyu bir hüzün barındıran ve kökeni Arap müziğine dayanan bir tür olmuştu.
Bir süre sonra kent hayatına uyum sağlayınca, “Ben de isterem”, “Hani Bana, hani bana” gibi şarkılarla kendilerine şehirliler arasında yer aramaya çalıştılar.
Sonuçta şehirliler ile ortak bir notada buluşup tavernalarda “fantezi müzik” dinleyerek kentli-köylü ayırımına bir son verdiler.
Yeni göç dalgası
Şimdi Türkiye 10 yıldan fazla bir süredir yeni bir göç dalgası daha yaşıyor. Bu kez kentlere gelenler, kendi kırsalımızın insanları değil, çok farklı kültürlerde yetişmiş yabancı insanlar: Araplar, Afganlar, Sahra Altı Afrikalılar, Ruslar, Ukraynalılar…
Geliş sebepleri farklı; bazıları savaştan kaçmış, bazıları ülkesindeki sosyal yaşamı reddetmiş, bazıları da ekonomik nedenlerle göç etmiş.
Resmi açıklamalara göre 4 milyon ama gayriresmî rakamlara göre 10 milyondan fazla mülteci geldiği söyleniyor. Sadece İstanbul Esenyurt’ta yarım milyondan fazla mültecinin yaşadığı belirtiliyor. Bu rakam, Avrupa’da Almanya dışındaki diğer ülkelerin kabul ettiği toplam sayının bile üstünde.
Gelenlerin sayılarının yüksek oluşu, yerleştikleri bölgelerin demografik yapısını değiştiriyor. Yerleştikleri şehirlerde nüfus yoğunluğu artmakta ve sosyal doku değişmekte; birçok şehrimizde bu insanların oluşturdukları gettolar mevcut.
Ancak gelenlerin sadece küçük bir kısmı resmi yollardan ülkemize giriş yapmıştır, büyük çoğunluğu kaçaktır ve kayıt dışı yaşamaktadır. Bu insanlardan bazıları kendilerini sisteme uydurmaya çalışıyor olsa da, çoğunluğu sistem dışında kalıp, yasa dışı yaşamayı tercih etmektedirler.
Ne yazık ki geride kalan 10 yılı aşkın sürede bu insanlarla birlikte dinleyebileceğimiz ortak bir müzik platformu bile oluşturulamadı. Onlar kendi şarkılarını, çevreye verdikleri rahatsızlığa aldırış etmeden ve yasalara saygı göstermeden yüksek sesle dinlemekte ısrar ediyorlar, bu davranışları Türk halkının günlük yaşamını olumsuz etkilemekte ve toplumsal huzursuzluğa neden olmakta.
Ülkemiz artık yeni bir kültürel değişim süreci ile karşı karşıya. Aradaki kültürel farklar ve sosyal uyuşmazlıklara ek olarak, Türk halkının yaşadığı ekonomik zorluklar ve altyapı yetersizlikleri, yeni gelen mültecilere karşı ciddi tepkilere neden olmakta ve en küçük bir olay bölgesel çatışmaların meydana gelmesine yol açmakta.
Mültecilerin geliş sebepleri ister savaş, ister ekonomik veya başka bir nedenle olsun, 10 yıldan fazladır bu ülkede bulunuyorlar. Duruma bakılırsa, çatışmalara rağmen gelenlerin bir kısmı asla geri dönmeyecek. Kendimizi buna alıştırmalıyız; Almanya’ya çalışmaya giden bizim insanlarımız bile dönmedi. 10 yılı aşkın süredir bu ülkede düzenlerini kuran bu insanların geri dönmeleri kolay olmayacaktır.
İktidarın, bu mültecileri hem inanç hem de siyasi olarak kendisine yakın görüp, onların toplumdaki kültürel etkilerine sessiz kalması, Türk halkının tepkilerinin her geçen gün artmasına neden oluyor. Umarız iktidar, kendi halkının tepkisini ciddiye alıp gereken önlemler için bir an önce harekete geçer. Bu konudaki gecikmelerin nelere mal olacağını düşünmek bile istemiyoruz.
Görsel: YouTube