Halil Ocaklı (halilocakli@yahoo.com)
İnsanoğlu, evrimsel doğası gereği, var olduğu günden beri tükenmez bir tutku ve sabırla bilmek ister. İnsanın merakı, bilginin ve bilimin itici güçlerinden biri oldu. İnsanoğlu ilk çağlarda bugünkünden çok farklı bir yaşam sürerken bile evreni ve yaşamı anlamaya çalıştı. Deprem, sel, orman yangını gibi doğa olayları hakkında tutarlı bilgiler edinebilmek için binlerce yıl çevreyi izledi.
Dünyayı gözlem yoluyla anlamaya çalışırken, gözlem ile çıktı arasında bağlantı kurma çabası içinde oldu. Zor durumlarda yaşar kalmaya yönelik stratejiler geliştirdi. Bu stratejilerin temel amacı aslında çevreye uyum sağlamaktı, çünkü doğada güçlü olan değil, uyum sağlayan canlı hayatta kalıyor.
Bilim denince akla genellikle Galileo, Newton, Darwin ya da Einstein gibi popüler adlar gelir, ancak bilim sadece birkaç akıllı insanın başardığı bir iş değildir. Bilim dinamiktir, birikimlidir, doğu ile batı ayrımı yapmaz. Antik çağlardan beri uygarlık havzalarından birikerek günümüze ulaşan ortak insanlık mirasıdır.
En eski yapıtların bulunduğu Göbeklitepe, bilgiyi dönüştürmenin 12 bin yıl önceki emekleme dönemini simgelemektedir. Göbeklitepe, tarıma geçişten önceki insan topluluklarının inanç arayışı içinde olduklarını ve bir ritüel merkezi oluşturma konusunda çok ciddi yol aldıklarını göstermekte.
Göbeklitepe’deki yuvarlak yapılarda 10 ton ağırlığında, 5,5 metre yüksekliğinde ve üzerinde çeşitli figürler bulunan sütunlar mevcut. Metalin keşfinden 6.000 yıl önce bu devasa taş blokları kesmek, taşımak ve yerleştirmek için Göbeklitepeliler ileri mühendislik bilgisi geliştirmiş olmalılar. Ayrıca inşaat için iş tanımı ve görev paylaşımı gibi organizasyon konularında da ileri sosyal beceriler geliştirmiş olmalılar.
Bilimsel diyebileceğimiz formatta bilginin erken örnekleri milattan önce (MÖ) 4000’lerde Hindistan’da, ardından Mezopotamya, Mısır, İran, Çin, Roma, Yunanistan ve Anadolu’da görülür. Mezopotamya, yazı sisteminin ilk geliştiği yer olduğu için genellikle “uygarlık beşiği” olarak anılır. Mezopotamya tarihi yalnız Irak’ı değil, geniş anlamda Suriye, İran, Ürdün, Mısır, Lübnan, İsrail ve elbette Türkiye’yi kapsar. Bu geniş bölge genellikle Yakın Doğu veya Orta Doğu olarak bilinir
Antik sanatlar, antropoloji ve arkeolojiden elde edilen kanıtlar, başlangıçta bilim ve dinin birbirinden ayrılamaz olduğunu gösteriyor. Antik dünyanın kadim coğrafyalarında din adamları araştırma yapan, pratik bilgiye ulaşan ve bu bilgiyi aydınlatıcı biçimde kullanan kişilerdi.
Nehir vadileri tarih boyunca hep merakın yükseldiği yerler olmuştur. MÖ 3800’ler civarında, birkaç meraklı Mezopotamyalı, yıldızların dünyanın çevresinde döndüğünü düşünmüşlerdi. Sonraları Aristoteles’in de doğru olduğuna inandığı bu kozmolojik varsayım yanlıştı, ancak sonraki iki bin yıl boyunca Batılı fikirlere egemen oldu.
Kilise tarafından da benimsenen Aristoteles kozmolojisine göre dünya evrenin tam ortasında konumluydu. Antik çağın kısıtlı gözlem olanaklarıyla gezegenlerin dünyanın değil güneşin çevresinde döndüğü anlaşılamıyordu. Neyse ki, 1600’lerde Kopernik’in gözlemleri ile Galileo’nun cesur ve onurlu duruşu sayesinde doğrusunu öğrendik.
Bazı meraklı insanlar, bir zamanlar söğüt kabuğunun ağrı kesici olarak işe yaradığını gözlemleyerek tarihte bilinen en eski ilaçlardan birini buldu. 20. yüzyılın başında, söğüt kabuğundaki asidi ayrıştırmayı başaran Bayer çalışanları, harikalar yaratan bir ilaç keşfetti. Bugün Mezopotamya’nın bu geleneksel ilacına Aspirin diyoruz. Hintliler en az 3500 yıl önce Ayurveda (yaşam sanatı) adını verdikleri muazzam bir tıp sistemi kurmuşlardı. Mısır’da ise yara ve yanıkların antiseptik tedavisinde bal, mide rahatsızlıklarında nane kullanmışlardı.
Binlerce yıldır Etiyopya dağlarına düşen mevsimsel yağışlar, Nil Nehri ile birleşerek yaz taşkınlarına neden oluyordu. Taşkınlar tarla sınırlarını süpürdüğü için Mısırlı köylüler her yıl araziyi yeniden ölçmek ve işaretlemek zorunda kalıyordu. Bu kartografik zorunluluk, matematiğin tüm bilgilerin merkezine oturmasına yol açtı.
MÖ 3600’lü yıllarda Mısır’ın en canlı kentlerden biri olan Hierakonpolis, dünyada biranın ilk seri üretildiği yerdi. Seri bira üretimi ve devlet çalışanlarına bira ile ödeme yapma fikri hem önemli bir teknolojik hem de ekonomik gelişmeydi. Ancak Mısır’daki asıl büyük kazanım Pi sayısının keşfi ve geometrinin mimaride kullanılarak piramitlerinin inşa edilmesi olmuştu.
Kentsel yaşam kültürünün ilk örneklerinin geliştiği Orta Doğu topraklarında bilim ve teknolojide önemli gelişmeler yaşandı. Mısır tıpta, geometride ama özellikle mimari ve mühendislik gibi uygulamalı bilimlerde öncüydü. Granit taşını işlemede çok ustalardı. Diğer yandan Mezopotamya edebiyat, astronomi ve matematik gibi alanlarda öncüydü.
Yakın Doğu’da bilim, antik Yunan, Pers, Mısır ve Hint kitaplarının 8. yüzyılda Bağdat’ta Arapçaya çevrilmesiyle muazzam bir gelişme gösterdi. Ancak 13. yüzyılda dinin siyasallaşmasıyla birlikte aynı coğrafyada bilim bu kez hızla geriledi.
Buna karşın, bugün hâlâ modern yaşama yön veren birçok buluşun kökleri Doğu’nun kadim uygarlıklarına dayanır. Antik Yakın Doğu’nun bilgileri etkileşimli olarak Fenike ve Asur üzerinden Anadolu’ya oradan da Batı’ya yayıldı. Örneğin Latin Alfabesi olarak bildiğimiz aslında Fenikeliler tarafından geliştirilmiş olan ilk fonetik alfabedir. Batı’da çağdaş bilim, antik çağlardan bu yana Doğu’dan süzülerek gelen ampirik materyal ve bilgi geleneği üzerine kuruludur denebilir.