Dr. Nevin Sütlaş
Amerika kıtası ve çevre adalarını kolonileştirerek Avrupa’nın zenginleşmesi sadece yeni kıtanın altın gümüş gibi madenlerinin yağmasından değil, yeni tür sebze ve meyvelerin eski kıtaya taşınmasından da kaynaklanmış. Bu zorunlu göçmenlerden biri de ananas. 17. yüzyılda Karayip Adalarından gemilere yüklenen ananaslar Avrupa limanlarında boşalmış. O zamandan beri de ananas Amerikan misafirperverliğinin simgesi olmuş. Bu simgeleştirme bence biraz zorlama ama Pensilvanya’nın Indiana Üniversitesince anlatılan hikâye şöyle:
O zamanlar Amerika ana kıtası ile Karayip Adaları arasındaki yolculuk zorlu ve yavaş. O nedenle Amerikalının Karayip kökenli olgun bir ananasa erişmesi de güç. İyi ev sahipliği yapmak ile bağdaştırılması o güçlük yüzünden. Diğer hikâye de New England kıyılarında bir denizci eğer Karayip ya da Pasifik yolculuğundan dönmüşse, evinin dışına bir ananas koyuyor ki yolculuktan güven içinde döndüğü anlaşılsın…
Hikâyeler ve inanışlar zengin. Ben bağlantıyı pek anlayamadımsa da bu tropik meyve bir şekilde dostluk ve arkadaşlık simgesi olmuş. Ayrıca tepesindeki sert yapraklar bir taca benzetilip çok beğenildiğinden 18. ve 19. yüzyılda mutfak peçetesinden yatak örtüsüne kadar hemen her yerde ananas şekli kullanılmaya başlanmış. Hâlâ pek çok evin tuzluk biberliği bile ananas şeklinde.
Daha önce de sözünü ettiğim Delray şehrinin hikâyesi ise bambaşka kulvarda başlamış. Burası “Jaega” ve “Tequesta” yerlilerinin yaşam alanıyken Avrupalı kolonistler (sömürgeciler) gelmiş ve bölgeye İda Gölü adını vermiş. (Heradot hikayelerini anımsayın) 1841 yılındaki Amerikan askeri haritası ise buraları “Seminole” kabilesinin kamp yeri diye işaretlemiş. 1876’da barakamsı bir evde sığınmacı ve denizcileri kurtarma servisi kurulmuş. Bu ev portakal korusu adıyla anılırmış çünkü çevrede kimin ektiği bilinmeyen turunçgiller yetişiyormuş. (Portakal da bizim has meyvemiz değil miymiş?)1884’de bazı beyazlar gelip çiftlikler kurmaya ve tarım yapmaya başlamış. Ancak siyahlar o kadar çokmuş ki açılan ilk okul beyazlar için değil siyahlar içinmiş. (Beyaz patronlar çocuklarını evlerinde özel öğretmenlerle yetiştirirmiş.)
1894 yılında Cumhuriyetçi Parti’nin Michigan senatörü William S. Linton, denizcileri kurtarma evinin batısındaki geniş arazilerin tümünü birden kongreden satın (!) almış. Sonra da parselleyerek çiftçilik yapmak isteyenlere parça parça satmaya başlamış. O nedenle bölge Linton vatanı olarak anılır olmuş. Meşhur petrol zengini Henry Flagler Amerika’nın doğu kıyısına inşa etmeye başladığı demiryolu ağına 1896’da Linton istasyonunu eklemiş. Postane ve diğer dükkânlar da oluşmaya başlamışken 1898 kışı dondurucu geçmiş ve tarım ürünleri tümüyle donunca söylentiler artarak lanetli olduğu düşünülen Linton vatanı terk edilmiş. Kasabanın adı hep uğursuzlukla anılınca bir kurnazlık düşünülüp 1901’de isim değişikliği yapılmış. Tam da Meksika-Amerika savaşının sonrasına denk düştüğü için adı DelRey olmuş. (Del Rey, İspanyolca krala ait) Aynı dönemde yakınlardaki Bahama adasından da gelenler olmuş (Nassaws).
1905 senesinin gazetelerinde Yamato Çiftçilik Komitesinin adı geçtiğine göre arada Japonlar da gelmiş. Aslında Japonlar kendiliklerinden gelmemiş. Portakal başta olmak üzere tarıma çeki düzen versinler diye özellikle buraya getirilmişler. Biz yapamadık, yapsa yapsa siz yaparsınız, diye davet edilenlerin öncülerinden olan Japon Morikami ailesi Florida’nın toprak yerine kumla kaplı arazisinde tarım yapmak için çok didinmiş ama gerçekten çok iyi iş çıkarmışlar. Sessiz ve çalışkan Japonlar farklı yöntemler de deneyerek sonunda bölge tarımını ıslah etmişler. Bugün Delray bölgesinin en önemli üç turistik şeyini say deseniz mutlaka bunlardan biri olan “Marikomi Japon Bahçe ve Müzesi” o günlerin kalıntısı.
1911 yılında bölge 904 nüfuslu. 1992’de domates ve ananas tarımı birlikte başlıyorsa da ananas hızla öne geçmiş. O kadar ki Delray’in iç batısında adı Pineapple (Ananas) olan yancı bir kasaba bile oluşmuş. 1920’lere gelince oluşturulan drenaj sistemi ile sulak alanlardaki sular daha batıdaki bataklığa akıtılarak arazi pineapple için gereken kuruluğa eriştirilmiş. Bu arada Flagler’ın demiryolu da ABD’nin en güneyindeki Key West’e kadar inmiş. Bu taşıma kolaylığı da eklenince meşhur Küba ananası tahtını Delray ananasına kaptırmış. Turizm, otelcilik ve emlakçılık da şehri patlatmış. 1926 krizine kadar da Delray bölgenin en zenginiymiş.
1920’ler artist ve bohem takımının da Delray’i keşfettiği yıllar. Kışları kuzeyden kaçan bu eklektik nüfus, otuz ve kırklarda kentin sanat merkezine dönüşmesine neden olmuş. (Hikâye ve tarih size de Bodrum’u hatırlattı mı? ) Entelektüellerin ardından aristokratlar, politikacılar, sporcular ve eğlence sektörü de gelmiş. Kıtlık yıllarının parasızlığına rağmen şehir yeni gelenlerle canlanmayı sürdürmüş.
2. Dünya savaşı sırasında gizli servis ve askeri servis de bölgeye yerleşmiş ve sivil halkı okyanustan gelebilecek tehlikelere karşı eğitmeye başlamışlar. Delray Beach kumsallarına düzenli aralıklarla gözetleme kulübeleri inşa edilmiş. Buralarda sürekli denizi gözetleyen gönüller varmış ki bazıları 7-8 yaşındaki çocuklar. Askerler de at sırtında kumsalda devriye gezermiş. Alman denizaltılarının her an okyanustan çıkıp ülkelerini işgal edecekleri paranoyası ile yaşamış Delray halkı. Zaten geldikleri ve sahildeki boş evlerde kaldıklarına ait korku hikâyeleri dolaşımdaymış. (Marmaris koylarına demirli askeri gemileri mi anımsadınız?)
1960’lara gelindiğinde bir yandan Yahudi ayrımcılığı yapmamakla övünen bir şehre dönüşürken bir yandan da sörf konusunda ünlenmiş ki bu da şehre başka bir nüfus ve hareket katmış. 1970’lerde ise kuzeyinde Palm Beach, güneyinde Miami hızla gelişerek bu şehri gölgelemiş.
Şehrin gerileme dönemi 2000’lerde sona ermiş. Solomon Spady’in oluşturduğu kültürel miras müzesi zenci geçmişi gözler önüne sererken oluşturulan tenis kupası ile şehir yeniden renklenmiş. Sonra da Day Jet, Pet Airways bazı küçük hava yolu şirketleri burada konumlanmış. Şimdilerde şehrin eski merkezi “Old School Square” keyif ve eğlencenin merkezi olarak yeniden hayat bulmuş durumda. Amerika’da her şehre bir de sloganımsı bir ad yakıştırma âdeti var. Delray Beach de “en eğlenceli küçük şehir” adıyla anılıyor. (Bodrum’a isim taksak ne derdik?) Şehrin göbeğinde doğu-batı yöneltişinde uzanan Atlantik Avenue gündüzleri de geceleri de şehre renk katmaya devam ediyor.
Aslen turunçgil vatanı olan Delray’in ıslak ve kumlu topraklarında zorlukla yetiştirilen ananas sayesinde yoktan var olma hikâyesinin her ayrıntısı bana Bodrum’un hikâyesini anımsattı. Cevat Şakir’in “Mavi Sürgün” kitabını 50 sene sonra yeniden okuyunca da bu kanım iyice pekişti. Bodrum’u Bodrum yapanın o olduğunu hep bildim de ayrıntıları unutunca öyle boş bir bilgiymiş ki bu… Delray gibi turunçgil ve palmiye cenneti olan Bodrum yarımadasına bunların tohumlarını yurt dışından getirtip Cevat Şakir’in ektiğini ve yaydığını unutmuşum. Denizle haşır neşir olan bu topraklarda tarımı yoktan var ettiğini ve hatta denizcilik tekniklerini de geliştirip gönendirdiğini bu kitaptan öğrenip sonra da unutmuşum. Türkiye’nin gerçekten şehirli ve gerçekten entelektüel olan ailelerinden birinin çocuğu olan, Osmanlı döneminde Robert Koleji bitirip Oxford’da yakın tarih okuyan, Roma’da sanat tarihi okurken İtalyan model ile evlenip İstanbul’a getirince ailesiyle arası iyice bozulan bu asi delikanlının yaşam öyküsünü mandalina portakal özeliyle birlikte Delrey şehrinin öyküsü ile paralel algıladım hep. Öz babasının katili olan şehirli bir adamın, yaban diyarı Bodrum’un anası olmasını sağlayan İstiklal mahkemesi kararlarını anımsadım…
Delray ve Bodrum sıcak iklimin bereketi sayesinde kuzeylilerin nefes aldığı yerlerden olmuşlar hem de neredeyse aynı tarih diliminde. Ancak Bodrum nasıl şimdi parsayı başka sahil kentlerine kaptırdıysa Delray’in durumu da öyle. Coğrafyası da kültürü de insanları da her şeyleri de farklı bu iki şehrin. Aralarında dağlar kadar fark var elbette ama olsun, ben bu iki kenti kardeş şehir ilan ettim bile. Belki biri duyar da protokolü de imzalar…
Bence daha önce okumuşsa bile herkesin Cevat Şakir’in “Mavi Sürgün” kitabını yeniden okuması lazım. Çünkü Halikarnas Balıkçısı mahlaslı bu ilginç adamın sürgün hikâyesi ve Bodrum’u değiştirme ve geliştirme öyküsü değil sadece. Bu kitabı okumak, tarımın, hayvancılığın, balıkçılığın yok derecesine indirgendiği günümüzde, yeniden başlamanın ipuçlarını görmek ve ısrarlı çabaların yarattığı başarıyı anımsamak için gerekli.
Bu arada ben Delray’in en önemli müzesi olan Cornell Art’i hâlâ göremedim ama Almanların denizden işgali olacak korkusuyla oraya konuşlanan Amerikan askerlerinin müzesini gördüm. Bodrum Sualtı Müzesini gördümse de Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın müzesini de görmedim. Bir ayağı hala Bodrum’da olan dostlarımdan ricamdır. Siz gidip görün de bana da anlatın, olur mu? Karşılığında ben de yenilemesi bitince hem Cornell’i hem de zencilerin geçmişini anlatan Spady müzesini görüp anlatırım.
Daha önce söz ettiğim “Staycationer” olmanın gereğine icabet etmemek olmaz, değil mi ama?